0035. Butimar'ın ÖldüğüYer I Yanılgı

Gürkal Gençay
85

ŞİİR


7

TAKİPÇİ

0035. Butimar'ın ÖldüğüYer I Yanılgı

(aşk; dokunursam, kendi ölümsüzlüğünü yadsıyan tanrının gözlerinde hüznün mahyası, dokunmazsam içimde eli kanlı eşkıyadır uykusuz./ ben ki, vicdanın trajik çabasıyla hat olmuş mısraya hesap veremez oldum; kendime tehlikeyim; / ellerim, anne yitirmiş sabilerin yüreğinde enikonu büyüyen acıya bulanmış, alnım enbiya seccadesinde parça parça, çocuklarım öksüz, çocuklarım bir hazire içre yarınsız, türkülerim yitik ve boyumdan uzun, aşkın mütemmim cûz’ü olan ayrılığın kılıncı! / eyy! dérsimî cemâl ile gönül soframa nüzl eden âşk.../ senin başladığın yerde ben bittim bidayetten nihayete, benim başladığım yerde ise sen! ../ üstelik kalbîmi sende sınamış durmuşken, / ezelden ebede yanıp da, kül olamayanlardan eyledin beni! ../ ben ki, en çok bilinmeyenli denklemlere denendim her büyük günahın arefesi. / bil sevgili; bu yoksul dérvîş için sevdan {yüksekten düşer gibi} bir nirvana huzuru. / artık gömdüm yas-ı mâtem içindeki toprağa, kırılmış kılıncımı! / şimdi gidiyorum bu şiirden ve de girdiğim her mukalete hâl û ahvâlinden.../ seni her an düşünüp, olmadık bir zamanda gelebileceğini düşlüyorum; ki artık, o vakt û zaman hiç gelmese de olur! .. / her gelmediğinde sen; illegal bir yüz gibi düşüyorum doru atların terkisinden. / tutunuyorum; çokça zaman ömrün törpüsü umudun sağrısına. / şimdi gitmeliyim çocuk; / düşlerimde bekliyorsun.// atlar huysuzlanmasın! ..)

soluk almak değilmiş yaşamak,
bakmak; görmek değilmiş.
gidişinle anladım.
gittin...
utangaç ceylanlar gibi,
yıldızlar arasından
yıldız gibi kayarak,
betonda kan kırmızı açan çiçekleri,
ve bir romansın hüznünü
dudaklarıma takarak.
geri dönüşsüz vedanın yaralarını
otadığım baldıran acısıyla,
kuşatsa da yıldızların şavkı,
ve penceremin dışındaki sarı sarmaşığı,
ve ürkütmeden kumruları,
sessizce ilişirsin sevdamın sokağına.
gündüz kalabalıklarında kaybolur gülüşün,
karanlığın dilsizliğinde bir gri hüzün,
bir çift kumru macerası,
akar gözlerimden sessiz çağıltılarla
deli poyraz sağanağı.
büyük aldatmacasında dönüşünün,
durup kendimi kandırırım,
çünkü;
ben hala,
kahretsin.. ben hala,
ikimizin bir damarda aktığını sanırım.


bir ruh göçünde,
bilincini yitirmiş dokunuşlarla,
vikayesinde avuçlarımın
okşarım saçlarını incitmeksizin.
ve kulağına fısıldadığım kekeme düşmanı adımla
“seviyorum ulan..seviyorum! ” diye
yankısız uçurumlara savururum bağırtılarımı.
yanaklarına dokunur terine hasret dudaklarım,
toprak kokusu genzimi yakar,
ve bir fok soluğu yıkanır gecenin şebneminde,
gözlerim gölgeni arar;
gölgen, ayaklarının izini.
köpüklü sular kuşatır Marmara’yı
şarap damarlarımı,
suya sevdam düşer;
bir de yolcusuz gemilerin gölgesi,
Şirket-i Hayriyye vapurları,
bir martı çığlığı,
bir lüfer ağıtı,
sensizliğime el eder.

yürürüm,
gözlerinin hüzzam sokaklarında
işte;
şimdi,
burada
sevdam,
kan tadında gözyaşıdır artık
yolunu yitiren;
yüzünün kumral sıcaklığında.
bilirim;
dar vakitlere elvedalar sığmaz,
tutamam kendimi
ağlarım.
gülüşüne karışır gözyaşlarım,
bir de yarım ağız vedana.
bir yaman dilemma,
bukağı acısı,
bir hoyrat diz çöküş,
bir kabulsüz dua.
duyuramam sesimi,
bilirim...
“..gitme...”
(.............)
yakarımı ardına takarım,
gecenin ıssızlığında
yankılanan ayak sesine,
ayışığının gizlediği gölgene
çaresizce bakışlarımı asarım.
çünkü;
kahretsin...
ben, ben hala kendimi kandırırım,
ikimizin bir gözden baktığını sanırım.


şimdi;
gidişinin ardından,
gözlerimi kullanıyorum,
o, çocuk bakışlarımın kuşattığı
gözlerimi;
çatılmış kaşlarımın altında,
bir de sitemin urbasına sarınmış
kırılgan sözlerimi,
yağmalanmış sevda bahçemin
tam ortasında.
damarlarıma saldıran şarabı,
ve bunca yükü
sarsılarak taşıyan hayatı,
darmadağın,
vurdumduymaz zamanları,
antegorik sorguları,
ve yazıcıların çatışmacı hükmünü
bir asi şiirin öfkesinde yaşarım.

ne söylesem,
hangi türküyü söylesem,hangi dilde?
hangi renge soyunsam?
hangi zamanı öpsem,
hangi şiiri?
kim duyar yüreğimi,dağılsam hüznünle?
mavi sürgün bir akşamda
bıraktım sarhoşluğumu,
yaz-dı,
artık ağlasam;
bir damla yaş akmazdı.
gidişinle yangın yeri,
gidişinle sevda ateşi,
yansam;
hepsi bir tutam kül olmazdı.
artık,
dönmesiz gidişlerini şiirlere bıraktım,
yüzümü;
gecenin aynalaştırdığı camlara.
gidişin;
ah o gidişin,
seni bir çoban kavalının
yıldızlara dokunan ağıtında ararım,
bir dağ ateşinin kıvılcımında,
gez-göz-arpacıklı bir yol ayrımında,
el sallarım;
“hoşçakal sevdam” türkülü.
bir mendil,
bir soluk,
sıcak demir,
bir kızıl sessizlik;
oysa,
oysa ben,
kahretsin...
ben hala,
ikimizin bir yürekte çarptığını sanırım.


Gürkal Gençay
07.Ocak.2001.Pazar
Deniz Köşkleri - İstanbul

* İşbu Şiir Şairinin Adına Kayıtlıdır. Kayıt Tescil No: 474638121707
****************************************************************************

Gürkal Gençay
Kayıt Tarihi : 10.6.2006 21:43:00
Hikayesi:


Martılar... Şiirimizde farklı ve müspet bir yeri vardır martıların... Öznenin vurgusunu güçlü kılmada çok önemli dinamiktirler... Martısız bir İstanbul şiiri olmaz mesela... Yoksa bu kentin gökyüzündeki pırıltıyı yansıtamazsınız mısralarınıza... Aksi halde, yansıyan yalnızca bir mavilik olacaktır... Yalnızca bir renk... Yaşamından, hareketliliğinden, coşkusundan, heyecanından arınmış bir renk yalnızca... Ve o şiir; martısızsa eğer, öksüz kalacaktır... Martısız bir deniz şiiri de olmaz... Ya da içinde denizin anlatıldığı bir şiir... Olmaz... Balıklar ve yakamozlarla yıkanan dalgalar kadar önemlidir martılar deniz için... O karanlık mavideki koşuşturmacayı, bir balığın tedirginliğini ve sular altındaki o dünyanın dışarıdaki dünya ile kurduğu köprüyü, etkileşimi martısız anlatamazsınız... Bunların olmadığı bir deniz; şiirden yalnızca büyük bir su kütlesi olarak yansıyacaktır... Ve o deniz; martısızsa eğer, çok yalnız kalacaktır... Çöplükler mesela... Martısız anlatamazsınız... O kentin sosyolojisini, hayatın/ insanın algılanışını, yoksulluğunu vurgulayamazsınız... Martısız bir çöplük üzerinden yapacağınız şiirsel sorgulamada... Martılar çöplükler için önemli bir sosyolojik göstergedir çünkü... Kent bilinçliliği, yönetimsel sorumluluklar vs. gibi... Ve o çöplükler; martısızsa eğer, insanı anlatamazsınız... Kirleten değildir Martılar... Çirkinleştiren, çürüten... Değillerdir... İnsandır bunları yapan... İnsandır bakir hayatın kızlığını bozan... Martılar sadece buna işaret ederler... Gözümüze soka soka... Anlamayız... Martıları... Kızarız... Bu Örnekleri çoğaltmak elbette mümkün... Her şairin martılara mutlaka bir şiiri vardır... Yazmamış olsa bile... Felsefede de Martıların çok mühim bir yeri vardır... Richard Bach’ın Martı Jonathan Livingston örneği ilk aklıma geleni mesela... “Durgun denizin minik dalgacıkları üzerinde, güneşin altın gibi ışıldadığı pırıl pırıl bir sabahtı. Sahilden bir mil uzaklıkta, denizi kucaklarcasına ilerleyen bir balıkçı teknesi, martılara kahvaltı zamanının geldiğini haber veriyordu. Binlerce martı, bir lokma yiyecek için mücadeleye girişmişti bile. İşte zor bir gün daha başlıyordu.” diye başlayan ve dünyada neredeyse artık her evde olan felsefe kitabı.... Bir Martı üzerinden, bir hayatın anlatıldığı... Önemlidir Martılar... Ve A. Çehov... Ve diğerleri... Martısız hayat olmaz... Ne Gökte... Ne Denizde... Ne de Karada...

Gürkal Gençay