(sevdiceğim; / bir sana imân etmiş; gözün olmuşum, / sesin, gülüşün cém'eylemiş içimde; tözün olmuşum, / Işk ile düşmüşüm hâr û alaz'a; köz'ün olmuşum. / yârim, / içimin ılıman kuytuluğu; /..öğret dilini ben cahil tilmize, sözün olayım! ..)
annemden sakladığım bir gözaltının
işkence sonrası düştün yine aklıma.
yağır yaraydı hücrem,
cennetteki ağaç, dost selâmı, enna’nın yıkandığı büyük su
ve öykünün sonundaki ölümcül haşiyem...
ve ben pusatsız uykuların özlemindeydim.
sabra kestiğim örtülü kapılar ardında / açtım, sigarasızdım,
şiir güzelliğince akıyordu, parmaklıklar arasından bishnoi mavisi
içime ise; bıçağı kemiğe dayayan yokluğun
ve hezeyan ile yazılmış başa belâ hikâyem...
gece boyu, ateşle sınanan demir gibi
ağır ağır dövülen şehrin yorgun tecelligâh’ında
bir mücrim gibi sırtımda taşıyordum senden kalanları;
aşk-ı mev’ud’un arz’ına şümûl eden günah gibi.
kağıtsızdım, kalemsizdim,
benden alamadıkları tek şey gözlerindi.
hesap eden ile düşünen fikr arasındaki müzahrefât sandukada,
gördüğüm kendi hayâlimden başka bir şey değildi
sen ise, sevda kurgan’ı tarlalarda baş veren hasretimdin./
menzile yatarken hegemon bir zulm burcunda;
karanlıklar tanrısının devasa ellerine rûmî figürler,
güz pınarlarının ayazmasına bir sensizlik daha işledim.
gece çıplaktı, muhaşşiler, insan û beşer ve ay / çırçıplak;
parmaklıklar,
anksiyete bozan muttasıl duvarlar,
ve ben çıplaktım.
canımla uğraşıyordum sorgularda,
bir de; silah sesli konuşmalardan sakladığım yokluğunla.
döşümde mütehaddis yumruk yalımı,
bileklerime kara suret gibi düşen kelepçe ağrısı,
ve birinden evliya, diğerinden eşkıya bakan gözlerimde
bir muhannet hasretin onmaz sancısı kanıyordu.
ölümün ve kavganın beni çağıran esmer güzelliğiyle
ışk’ını doruklarda yaşayan kasırgalar gibi karşı koymaktaydım
kurşun yaralı kayaların üzerime devrilmesine...
hey! direncimin kutsanmış çocuk gülüşlü aysar kızı,
eyy özgürlüğe bilenmiş göklerin timsal yıldızı,
sahib-î hakîkim,
karasevdam
sen, elimde pimi çekilmiş dersim’li bombam,
// vicdan û kâlbimde itminan ile okuduğum hikâyem,
akl û fikrimde gordion’un düğümünü çözen riyaziyem; //
senindir artık bu alaim-î sema / yeşili, sarısı, kırmızıyla,
senindir bu sırat el müstakim,
temsilin kriziyle zemmedilmiş/ kanayan yürek
bu feth-î mübin;
payıma düşen yenilgi, düşkünler ocağı ve nafile bekleyişim...
yivli kubbelerin nakşı gibi/ nikotin kınalı parmaklarım,
geçip, küçük tanrıyı oynayanların yaktığı bahçelerden,
ve bakire annelerin tarûmar edilmiş taş hanelerinden;
yazgımın müstensih bâb’ına sisli bir sevda usturesi getirecek.
ki, feryadı sende kaldı, eğilmezliği başımın,
göğ üstünde senli bir şems’e varma hayali kurduğum
ve bakışlarımda dokunduğun firâkının...
açıldı akşamı ağırlaştıran çelikten kelepçeler
ve müesses kılındı dérûni otoritenin meşrebi;
iki geceye,
ve üç gündüze sığdırdığım has ölümler sınandı,
kanatlanıp gitti iz'âf'ile canımın ağrısı,
sönmesiz bir yangın yeri şimdi yüreğime astığın sitemin ağıtı...
ne şeytanla aynı masaya oturmuş ürküler vürud eder tenimde
ne alnım çatından yiter mevt’in uçurumları,
serp firdevsî tohumları, hikâyelerin hesapsızlık hâli üstüne
ve sula; süryani kuyumcuların teri, / mardinî taş ustalarının gözyaşı,
matem törenlerinde kör bıçakla kestiğim bileklerimin kanı ile,
ki, umutlansın yaban çiçekleri bir soluk alımı...
mevsiminde asit yağmurları, /akar tüm abbara’lar öznesine.
ve şevk-î şâdi,
ve şehirleri yeniden inşa eden sevdan,
gencecik bir servi dal misali boy verir yüreğimde.
gürültülerin sırtıma kamburlanışından, / bölünen anne uykusundan
öğrendim sabr û selâmet ile seni,
çığlık katarı soykırımların, dudağımı ısıran tanımından.
hey! gülüşsüz sevinçlerimin çocuk sesli iştar’ı,
zülfünün her telinde bir melâike yaşayan karamığım,
bir gözümdeysen; / diğer gözüme vedia bırakamadığım.
müsebbibim,
uykularım öder; suçu âşk ile kanmak olan, yaşlı rind’in infazını
ey! munzur’un şavkyüzlü kameri, ey benim en büyük yenilgim...
sen ki, yanımdayken bile hasretim;
bir zamanlar aynı solukta türkülere durduğum,
şimdi, bir yıldızdır alnımda kurşun kurşun ferec û nusretin;
—zamana yemin olsun ki— / “asr”
(bunda senin bir suçun yok/ bir kitabı ziyaret eder gibi geldim ‘duyusal bilgelik’ diyarına. sesin o kadar baştan çıkarıcıydı ki; insan, kendini ait hissetmediği bu boktan dünyayı sevebilir ve bir ‘ayrık aklın’ dümensuyuna gidip de yaşamayı isteyebilirdi / ben de öyle yaptım.../ ölümle yaşam arasındaki o incecik târik'de beni bulan küçüğüm, şimdi âşkın ile haps eyle yedi kapılı odaya bu dérvişi. / ben sana kast etmişim... beni zincire vur; /..alçalt! ..)
kendimize söylediğimiz yalanlardan öte neydi ki ‘gerçek’ dediğin?
bu kahreden ihtimâlsizlik? ..
acıyı bu denli derinleştiren anlam?
sevdası gayb olanlar nereye giderdi?
yalnızca duvarların arka yüzü müydü tutsaklık?
anlatılmaz nasıl anlatılabilirdi ki?
eğer, bir kaçış yolu olsa;
kaçardım' dedi yû'sûf kör kuyuya.
ve lâkin;
coğrafyasını gücün politikası çiziyordu,
âşkın, ölümün ve ihanetin...
yoksa aldanmayı kabullenmek miydi çareye imtizaç olan;
yanıtları aramamak mıydı aşkın mektum û 'sus' hâli? ..
[ve suskuyu bozarak bir öykü anlattı frenk ilinden trubador’lar: ]
“yavru kuşlar serpilip de yuvayı terketmeden;
önce kanat alıştırdılar,
sonra uçtular.
kalelerin koruduğu tarih boyunca,
güneşin tutulduğu fetih sahasında sular kararıncaya kadar uçtular...”
gittin;
dünün yorgunluğu içinde ellerimizde kaldı mevsimler
/ konuşabilirdik oysa;
biz ise ağladık, tanrılar tahtında! ../
giderek kaybolan kanat seslerinin inikas'iyle karardı sular...
(şirin’in kayalardan atladığı sırada bir beyaz güvercin havalandı göğe. ve o zamandan sonra, her bahar gelişinde iki gül açtı.../ férhad û şirin’in destanını dinlemek isteyenler; onları kararan suya sordular...)
sevdamın tek kanatlı muannit kuşu
ve gönül rıza’sının nârında, aşkımın tek taraflı tutuşuşu.
sükut-û hayali var sevdamın, kırılıyor yüz yıllardır.
zembilinden yeni kurtulmuş zamanın davranışı gibi,
sislerin egemenliğini ve maltaları yarıp da
şaşkın, kaderci / bilinmeze kanat açmak
ve bir ‘olmayacak dua” ile ölüm rüyasına uyanmak
elbette cezasız kalmayacaktı.
“ölüler diyarı” efendisinin ayakları altında biat ile kanayacaktı
kırmızı kilden yapılmış basamaklar,
derd içen gönlün murad-ı ilâhiyesi,
kendi içimizdeki ölümsüzlüğe ulaşma çabası ile
aklın kesişen çizgisinin derin sinikliği, / kırılacaktı
susacaktı irade-î külliye, stranlar, tenakuz notalı aryalar;
/ her taraf ateş! ../
maziyi bugüne taşıyan büyünün geçtiği eski zaman köprüsü yakılacaktı
ve bütün kuşları ilia’nın; / vurulacaktı.
kırılsın nûn!
/ ki, bir deli yoldur yüzün; yürürüm.../
suçluyum.
bir ben seviyorum bu müstebat aşk oyununda, biliyorum,
veda söyleyen hâr-ı erbaanın cezalı, / hayatın yaralı çocuğuyum,
ve ortağı yok suçumun.
kara sûd altında söylenen şarkılardan
ve iki set arasındaki yoncalardan falları ben tutuyorum,
belki de, anlamak istediklerimi anlamaya zorluyorum,
(annem söylerdi hep çocukluğumda o şarkıları.../ gittiği o cennetten, “nefesim olsun için” bana ilk ve ‘son gül’ yollayan annem.../ o gül ki, tagyim içindeki göklerde süzülen umman kuşlarını izliyordu... / san ki; dünyevi elbise giymiş, semavî bir varlık gibiydi... / tanrılara benziyordu...)
zaman çocucağım; geçmişi bugüne bağlayan büyüdür
o ki derd edenlerin geçtiği bir eski zaman köprüsüdür
görüyorsun;
kaderî mutlak bi hâkir gibi değil;
kâlbi ferah gafil gibi kendimi (bile) aldatıyorum.
yasak sevdalar büyütüyorum yüreğimde,
oysa hiçbir ayrılığın resmine yakıştırmazdı kendini renklerim
şimdi ise hayâlinin yanındaki ‘ben’i özlüyorum.
ben ki, hayatın hep “aykırı çocuğu” idim
kılıncını toprağa gömen ömer,
ellerinde güneş, kavimlere ışık taşıyan ibn arâbî’ydim,
âşkını camî eylemiş hafız-ı kur’an,
ümera-î azam; 'bidayeti olan her şeyin, nihayeti de olur' söylerken,
‘gül’üne “ömür boyu dostuz” diyen muhibbî’ydim.
ve lâkin, başımda esen hardal rüzgârları,
dem olup da dile gelen budunî taşlar
düşünceyi kesintisiz kılan vesayetin çınarlarını devirecekti,
ve mağrur ölümler ile / dışlanmışlığın makberine
savaşçılarını, yoldaşı atlarıyla gömen iskitî esatir,
ve platonik kanatlı turac-ı murg’lar gömülecekti.
ellerimde ferhadın umutyaralı külüngü,
evlerin ocağında, atölyelerin bacasında tüten hasret,
ve pülümür’lü kırların ve göğün kendiyle imtihanı
yaşamın sokak aralarında seyran edip yitecekti.
can palazım sesim oluşuyla, kara tufan düşerse çığrıma,
kınında bekleyen cembiyeler;
şom keskinliklere bilenecekti...
şimdi, baktıkça eskir yüzleri tahnit edilmiş cesetlerin,
yani, üstüme çöreklenen uğursuzlukların haramiliğine
inatla sıkılan yumruklarım, dayatmıştı,
ama hiçbir ayrık otu
ayaklarımı yırtmadan boy atmamıştı,
ve sevdam; yüreğimi böylesine kanatmamıştı.
başımda bin bir türlü bela,
bir o kadar da uğursuzluk var,
çıplaklığını telkâri zarfı gibi giyinen dağlara sorsunlar,
misak û kasemimi;
madem ki kandilin şamasıyım, bu sevdada miskal miskal yanacağım.
ya, bir muskacıda, kafamdan aşağı kurşun döktürüp
yakama yapışan uğursuzluklardan kurtulacağım,
y a d a; k a f a m a
b i r k u r ş u n s ı k a c a ğ ı m! ..
(aşk onarır bizi her kırılışımızda.../ varlığın bana armağan; sen ol yanımda, bana yeter...) [1]
Gürkal Gençay
03.Ağustos.2000 / DenizKöşkleri - İstanbul
[1]Songül Düzgün
* İşbu Şiir Şairinin Adına Kayıtlıdır. Kayıt Tescil No: 474626125905
*****************************************************************************
Kayıt Tarihi : 10.6.2006 21:33:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
* http://www.trtube.com/hozan-besir-munzur-75861.html BENİ BİR DAHA DOĞURMA ANNE Hayatın, insanı yaraladığı durumlar olur. O zaman, kendi içine kaçış önemli bir çıkar yol gibi gelir; / yani, kendi içimize kapanış! .. Bu, bir anlamda insanın kendi (ulaşılmaz korunağına) kapaklanması gibi bir şeydir; ki adeta dizlerinin üstüne çökmüş, alnı secde eder gibi toprağa gelmiş/..güçsüz, kuvvetsiz, teslim olmuş bir zavallı, // ya da bir cenin gibi... / Böyle resmetmişimdir hep o psikolojiyi... (tecrübeyle sabit, kendimden biliyorum) Bu hâl û ahvâl, kişinin annesinin karnında iken kendini huzurlu ve güvende hissettiği fetüs hâlidir / ve aslında bu, (oldukça etkili olan) bir korunma şeklidir... O biçimin ardındaki mânâ teşrih edildiği vakit görülen: cenin hâline indirgenmiş, acz içindeki insanın, (bir anlamda) yeniden doğacağı, yani hayata tekrar kaldığı yerden katılacağı zamana kadar kendini onarma, yeniden var etme savaşımına katkı sunacak bir prosesin gerekliliğidir... / Hani deriz ya hep “zaman en büyük ilâç” diye... Ki, bu süreç bir bakıma, zamansallıktan arınmış erbain’dir... Ve, bedeni tokluklardan, gülüşlerden, uykulardan utanır olan, yaşadığı o kırılma noktasından sonra, ârz û âcuna dair hiçbir şeyi kaldıramayan insanın, ister “Çile-î Merdan” olsun, ister “Çile-î Zenan” / bir anlamda, ‘Simûrg-u Anka’nın kendini küllerinden yeniden yaratması gibi, bu kez kendini kendinden doğurma vaktidir... Oysa bu ‘kötü’ dünyaya bir çocuk getirmek ne kadar doğrudur? Sözün vesselâmı; / içinden çıkmamalı hiç insan... Ölmek için, insanın kendinden daha iyi bir mezar yok çünkü... Gürkal Gençay 21.Şubat.2010.Pazar / Deniz Köşkleri ____________________________________________________________________________________________________________________ LORİ LORİ Em koçeren Rîya durun Birîndarin birîn kurin Tî u birçî li van çolan Pîr u kalin jin u hurin Lorî lorî lorika min Sebr u arama jîna min Tu dihalê ber çave min Çare naye ji deste min Wekî deva çav sor kirin Bî napalim erîş kirin Bihar tarî u reş kirin Cane şêrin hev par kirin Kurem cane şêrin biha Erzan diçe iro wiha Ev mirina bi vî rengî Gelek tale zor u zula... ____________________ NİNNİ NİNNİ Uzak yolların sürgünüyüz Yaralıyız, yaramız derin Aç, susuz bu çöllerde Yaşlı, kadın ve çocuğuz... Nenni, nenni yavrum neni Nenni yaşamımın umudu Gözlerimin önünde eriyorsun Çare gelmez elimden... —Grup Lilith— http://www.yahotubi.com/lori-lori-dinle-video-izle-lilith-sarkisi/
![Gürkal Gençay](https://www.antoloji.com/i/siir/2006/06/10/0011-butimar-in-olduguyer-i-iki-gunun-dusundurdukleri-i-cigera-mi.jpg)