0001. Butimar'ın ÖldüğüYer I Bir Ağacı ...

Gürkal Gençay
85

ŞİİR


7

TAKİPÇİ

0001. Butimar'ın ÖldüğüYer I Bir Ağacın Altında Oynuyorlardı... I Dı Bın Darekida Dıleyistın

(ben-î âdem’i adınla kutsadığını söyleyen ve yedinci gün, ellerinle karnımızı yarıp içine kutsal ruhunu üfleyen tanrı; / bana merhametten söz ediyorsun; // ama gözlerinde nefretten başka bir şey görmüyorum! .. // ve karanlığın seni koruduğu göğün altındaki ölüler; / bize bu cehennemde yalnız olmadığımızı söyleyen, yüzlerinde şaşkın ifadeleri ile '''askari'''ler.../ eyy! ''ol'' dediğinde olduran; / nerede-sin? ../ söyle, / ki; seni affedebileyim! ! !)


taş duvarlara can veren baba mansur ocağında
kimsesizliği yaşayan sabahlara açtı gözlerini
geceden aç-açık ve de ninnisiz çocuklar.
ağıllarda koyunlar me’liyordu ağıtlı
ve kuzulardan serkad’ile alıp memeyi
çelikten umut sağdı / ayların gelini kadınlar.

çocuklar, inançlarıyla birleşen yasaklı bahçelerde
ve adına ‘yaşam’ denilen, ölüm taşeronu bir görüngüde
saklambaç’ın, kuka’nın, körebe’nin en güzel yarasıydılar.
civardaki kokuları, davar boku, çamur ve bölünen zamanı
ve ustalığın erkânıyla karıp sabrın taşlarını
kumdan kaleler gibi/ oyuncaksız oyunlara daldılar.
derinleşen yüz hatlarıyla, / hayâlleri besmelesi
esmer buğday ekmeği rengi
menevişi çıban izi, yanık yüzleriyle
ciddi,
ihtiyar;
çocuklar gülmeyi unuttular.

gövdesi maharıp kurşunlara yuvalanmış
ve ölüm taşıyıcısı baskınlardan ardakalmış
ağaçlar,
ve kan uykusuna yatmış/ anılar yığınağı eski konaklar,
çocukların “saklambaç”ına siper oldular.
baş açık, kıç açık,
ayak yalın
keklik sekişli müktefi çocuklar
masum şımarmaların ortasında durdular.
telaşlı anneler koşturdu
ve mer’ubî kırlangıçlar bahçelere
lor peyniri, çökelek
ve “pehtina nan”
bahçeden toplanmış taze soğan
musafaha ve sûbhaneke ve okunmuş üzüm
ağlayan çocukları avutmaya durdular.
avurdu şişiren mutat lokma,
ve boğazlarına takılan nebevi serüven,
gözyaşları çocukların, / kırılmış hisler
ve burnundan akan sümük
ve ağıtlı süt
katık oldular;
kaşık tutmayı bilmez elleriyle
çocuklar,
doymayı unuttular.

mangan moru tespihböcekleri
ölümcül bir ürkünün melodik sezgisiyle,
çocukların geçmişe sığınan ellerinde
ve büyüdükçe büyüyen günlük hayallerinde
rengârenk cambilikler oldular.
dile gelen uçurtmalara nehy’edilmiş göğ altında
kekik kokulu çocuklar,
yaylaların yangın artığı bağrına basıp
veremli ciğerleri
ve acemilikleriyle
kapanmakta olan ön fikirli bir ufuk çizgisine
dik kafalı bağımsızlıkla stranlar uçurdular,
yeşilli, sarılı, kırmızılı
kuyruğu püsküllü, çıtası yaldızlı.
bir çürük diş gibiydiler
ve kalamadılar hiçbir yerde,
çocuklar;
büyümeyi unuttular.

ifrad û tefrit arasında nice bekleyişi törpüleyen toprağa,
ve tarihin silinmeyen dokusuna ölgün kökler saldılar;
bozkırın cerenleri, üryan xızır ve analar...
nevzuhûr ile tohumun çatlaması ve filizin göğermesi için
tecdid ettiler nezahet’le sakladıkları suibriğini,
cümle akrabaların, / lorkesi sirkat edilmiş hums û sancakların
ölü gövdelerine can suyu taşıdı, şaha kalkmış taylar.

/ ve yû’sûf; babasını otayıp iyi etmeleri için, hekim kullarına söyledi! ../

kentlerin tüm ağırlığını taşıyan akşamların kara libasında
tek göz odalı damlardan
bir vebalı bakış saldırısıyla pencerelerden, /camlardan
yolarına (öznenin ölümü) taşan köylerin,
kuru öksürük nöbetleri, yüksek ateş, ölümcül döl,
lokman ruhu, kanlı ishal, tifo ve dualar
ve ölümün gözlerinden
“xwinxwar” aç bir yırtıcı gibi bakan
yeraltı tanrısının üç başlı köpeği
ve hastalıklar
kocakarı ilaçlarının otacılığında ve üzerliğin
leheb’in
ve tekvir’in yatağında
minik yüreklere ecel oldular.

/ platus izin verdi; yû’sûf geldi ve isa’nın cesedini kaldırdı! ../

onlar; aynı saksıda yetiştirilmiş sevda çiçekleri,
akıldaki yaralar gibi, ithaftılar.
çocuklar;
yoktu sevgiden başka sığınakları,
rüyaya yattıkları seyyid kucağında, zamansız ölümlere kanat açtılar.

çocuklar,
gülüyorlardı
düşe kalka büyüyorlardı
ve gövdesi müstevli mermilere yuvalanmış
bir ağacın altında oynuyorlardı.
süreci zehirleyen kin tufanı yangınları kundaklayan
güneşin çocukları,
ölmenin bir yolunu buluyorlardı
saklısında ağaçların
saklambaç, körebe yerine
“militan”ca oyunlara koşuyorlardı.

/ aynadan bakıyordu tanrı! ../

“ve kahr ile tecelli eden kanlı inhirak'ı seyrediyordu.
çocuklar oynuyordu;
çocuklar tanrının en sevdiği oyunu oynuyordu.
çocuklar ölüyordu.
tanrı seyrediyordu...”


Gürkal Gençay
06.Haziran.2000.Salı / S- 15:00 / Deniz Köşkleri - İstanbul

İşbu Şiir Şairinin Adına Kayıtlıdır. Kayıt Tescil No: 509224125124
***************************************************************************

Gürkal Gençay
Kayıt Tarihi : 1.8.2006 11:28:00
Hikayesi:


* http://www.izlesene.com/video/muzik-ucurtmayi-vurmasinlar/1204185 Uçurtmayı Vurmasınlar....May Nan Mihman _________________________________________________________ _________________________________________________________ DOĞU’DA ÇOCUK OLMAK! .. Karlı bir bahçemiz vardı o zamanlar. Bir de arıları o komşunun. Balkonumuz ahşap döşemeli, önü açıktı. Dersim’in ücra bir köşesinde yaşama savaşıydı bizimkisi. Aslında benim savaşım olamaz. Çünkü hiçbir şeyden habersiz yaşıyordum. Çocuktum, güzeldim, saftım, temizdim... Henüz kötü aşk hikâyelerim, başarısız tensel deneyimlerim, kavgalarım, karnemde zayıflarım olmamıştı hayatta. Hiç yere düşmemiştim ki bacağım kanasın. Sadece gülen gözlerim ve küçük bir bedenim vardı hayata yansıttığım. En güzeli de; zaten ben yansıttığımdan ibarettim. Ne fazlası, ne eksiğiydim. Her salonda giyecek farklı bir maskem yoktu. Annemdi hayatıma ilk soktuğum kadın. O beni umarsız, sebepsiz, karşılıksız sevmiş bir kadındı. Yıllarca ben de onu sevdim. Sonra galiba biraz büyüdüm ve aldatmayı öğrendim. İlk önce annemden başladım aldatmaya. İlk aşkımla aldattım annemi. Sonra bir başkası, bir başkası derken annemi defalarca aldattım. Annem ise beni hiç aldatmadı. / Annem beni hiç aldatmayacak! Tabanında hava yastığı olan ayakkabılar vardı ben küçükken. Bir de onların emperyalist markaları. Hatırlıyorum da çarşı pazar gezmiştik en ucuzundan almak için babamla. Ucuz olmalıydı çünkü biz ucuz bir hayatın pahalı insanlarıydık. Ucuzdu hayatımız, mesela bir bisikletim olmadı hiç. Defalarca bisikletçi dükkânına gidip en güzelini beğendim halde. İnsan her istediğine sahip olamazdı. Hayatın kuralıydı bu ama nerden bilebilirdim. Ben henüz çocuktum. Çocuk olmak da emek ister ucuz yaşamlarda. Arkadaşlarına özenemezsin, güzel kıyafetler giyemezsin, en güzel çanta senin olamaz. Güçlü olmak daha çocukken bir zırh değil, bir gereksinim olur. O anaokulunu hiç unutmayacağım. Evimizden 1 veya 2 kilometre uzakta ve tepedeki, yokuşu dik anaokulu. Komşunun çocukları ile giyinir kuşanır kar kış dinlemez yürürdük o yolu. Aslında o yol bizim anaokulunun yolu değildi, aynı mahalleden çocukların yürüdüğü kader yoluydu. Evden başlar ve nerde biteceği belli olmaz bir yoldu o. Şimdi kimi mühendis, kimi doktor o çocukların. Dedim ya o yol evden başlar ama anaokulunda bitmezdi. Fakat biz hep biter sandık. Yürüdük, yürüdük... O yolu her gün yürüdük biz, her gün o sonmuşçasına. Bir gün bir kutu gördüm pencereden baktığımda. İnsanların elleri üstünde taşıdığı, karlar üstünde yavaş yavaş yürüyen bir kutu. Anneme sordum 'tabut' dedi. İçinde ise arkadaşım varmış. Ebedi yolculuğa erken çıkmıştı Pınar. O yolu şimdi eller üstünde ve gözleri kapalı gidecekti. Annesinin eve gelmesini beklerken kara yenik düşmüş Pınarım; gözleri karla kapanmış. Gördüğüm ilk cenaze; arkadaşımın cenazesiydi. Dedim ya çocuktuk, güzeldik, saftık, temizdik. Ölümler bizi üzemezdi. Biz o yolu yine ertesi gün hiç bir şey olmamış gibi yürüyüp gidecektik... Doğuda çocuk olmak, batıdaki orta halli bir adamdan daha ızdıraplıdır. Bunu Batı bilemez, Batı ancak tartışır... Kaynak: dıren __________________________________________________________ KÜRTLERİ ÇILDIRTACAK MISINIZ? Üstelik dün Hakkâri'de yaşanan rezillik, “bu devletin içinde bir şeyler oluyor” şüphesini daha da güçlendirdi. Ne oluyor? Nedir bu vahşet? Ahmet Altan -TARAF Sanki birileri Kürtleri çıldırtmak için harekete geçti. Önceki gün sadece Kürtlerin değil bu ülkede yaşayan vicdan sahibi her insanın sevgisini, saygısını kazanmış olan Ahmet Türk kalleş bir saldırıya uğradı. Güvenlik görevlileri Türk'ü korumadılar, yeterli önlemleri almadılar. Samsun'daki devlet memurlarının aldırmazlığıyla gerçekleşen olaya Başbakan'la, İçişleri Bakanı'nın hemen tepki göstermesi, “geçmiş olsun” diye arayıp ziyarete gitmeleri bir nebze rahatlattı insanları. Ama o olayla ilgili “kuşkuları” ortadan kaldırmadı. Üstelik dün Hakkâri'de yaşanan rezillik, “bu devletin içinde bir şeyler oluyor” şüphesini daha da güçlendirdi. Polisler, Ahmet Türk'e yapılan saldırıyı protesto eden çocukların arasından bir tanesini yakalamışlar. Çocuğun babası KCK operasyonları sırasında hapse atılmış bir belediye başkanı. Beş polis, ağzını burnunu kanattıkları on dört yaşındaki çocuğu yerlerde sürüklüyorlar. Annesi, çocuğu kurtarmak istiyor, onu da yere yıkıyorlar. Ne oluyor? Nedir bu vahşet? Ahmet Türk'ü ziyarete gidip, “onun asaletini” öven İçişleri Bakanı'nın duyarlılığı ile o bakana bağlı polislerin saldırganlığı arasındaki çelişkiyi nasıl açıklayacağız? Bir yandan devlet “açılımdan” söz ediyor, bir yandan devletin görevlileri Kürt Türk herkesi öfkelendirecek işler yapıyor. Tam “Anayasa'nın” değişmesi gündemdeyken, 12 Eylül Anayasası'nın “hukuk kurumları” demokratik hale getirilecek, “sistem” önemli ölçüde değiştirilecekken birden “devletin” saldırılara göz yummasıyla ya da bizzat devlet görevlilerinin kendilerinin saldırganlaşmasıyla karşılaşıyoruz. Osmanlı'da oyun çoktur. Ama biz Osmanlı'dan da “oyunundan” da bıktık artık. Halk, doğru dürüst bir ülkede yaşamak istiyor. Devletin sultası altında ezilmemek istiyor. Kendini “elit” sanan ama dünyayı da hayatı da algılayamayan bir grup tarafından aşağılanmamak istiyor. Belli ki halkın “öfkesini” başka kanallara dökmek, Türklerle Kürtleri birbirine karşı kışkırtmak isteyenler var. İstiyorlar ki “sistemi ele geçirmiş” bir gruba yönelik tepki, hedefinden sapsın. Bunu yapamayacaklar. Hiçbir şey, insanların bu sisteme duyduğu öfkeyi saptıramaz. Geçen gün, Yüksek Yargı'nın bir üyesi “Pakistan'daki yüksek yargıçların” istifa etmiş olduğunu hatırlatıp kendilerinin de “istifa edebileceğini” ima etti. Hadi istifa edin. Edin bakalım, ne olacak? “Aman gitmeyin” diyecek kimse çıkacak mı? Pakistan'daki yüksek yargıçlar bir “diktatöre” karşı tavır almışlardı, darbeci bir diktatörün yazdırdığı anayasaya sahip çıkmak için değil. Bu ülkede “Yüksek Yargı'nın” halk desteği, CHP'nin ardındaki destek kadardır. İlkeleri arasında “demokrasi” bulunmayan bir partinin taraftarları destekliyor sadece bu insanları, o taraftarların da hepsi değil üstelik onların arasında da “darbeden ve darbe anayasasından” hoşlanmayanlar var çünkü. Zaten “yüksek yargıç” da “istifa” sözünü ertesi gün unuttu. Aynen “referanduma gidelim” diyen Deniz Baykal'ın, “olur gidelim” cevabını alınca çark etmesi gibi çark etti. Bu ülkede ne ordu, ne yüksek yargı, ne de CHP artık “halkın” desteğini kazanır. O dönem kapandı. İnsanlar gerçeği gördü. Kendilerine ait olan iktidarı istiyorlar ve alacaklar. Bu halkın içindeki grupları birbirine karşı kışkırtmak da bu sonucu değiştirmez, bu ülkede ne yaşanırsa yaşansın, sonunda bugünkü düzen değişecek. “Ben halka hesap vermem” diyen ordu da, yargı da, halka hesap veren, hukukun denetlediği kurumlar haline dönüşecek. Ahmet Türk'e saldırının kapısını açmak, çocukları yerlerde sürüklemek, öfkeyi arttırır ama Türküyle Kürd’üyle bu halkın “değişim isteğini” yolundan saptıramaz. Türkiye'nin kendi vatandaşları arasında “eşitliği” sağlaması, özgür bir ülke olması, barış içinde değişmesi, bugün bu değişimi engellemeye çalışanlar da dâhil herkesin yararına. Bu vahşet, bu saldırganlık, değişimi önlemeye yetmez. Boşuna denemeyin bu kışkırtmaları, insanların öfkelerini arttırırsınız ama onlara “aslında kime öfkelendiklerini” unutturamazsınız. Gerçeği içimize öyle derin bir acıyla kazıdınız ki hiçbir şey o acının izini içimizden silemez. __________________________________________________________ __________________________________________________________ AYIN ON DÖRDÜ VE XALé CEMİL… Nerdeyse bütün Kürt kılamlarında kadına övgü olarak söylenen sözlerin başında gelen cümle şudur: ayın on dördü gibi ışıldayan kız. Ayın on dördü gibi güzel kız. Ay on dördünde çok güzel midir bilmem. Fakat kılamlarda erkeğin kadın güzelliğine olan hayranlığı böyle dillendirilmiş. Ayın on dördünün neden bu kadar çok kılamlara konu olduğunu anlamak istiyorsanız mutlaka Xalé Cemîl kılamını dinlemelisiniz. Eğer daha önce bu kılamı dinlemiş sadece çığlığında kanamakla kaldıysanız kılamı yeniden ve ayın on dördü gibi kız sözünü düşünerek dinleyin. O zaman Kürd kadınlarının çektiği acıyı daha iyi anlayacaksınız. Ayın on dördü gibi güzel olmanın sadece parlaklık aydınlık güzellik olmadığını göreceksiniz. Kaç Kürd kızı daha on dördüne adım atmadan evlendirildi. Kaç Kürd kızı on dördünde gelin olma yaşın denilerek dedesi yaşındaki bunaklara verildi. Ve kaç Kürd kızı on dördünde öldürüldü intihar etti. Dengbej Salihe Qubînêâ™nin sesinde bir başka türlü kanıyor Xalé Cemîl öyküsü. Dengbêj Salihê Qubînê şöyle diyor, Muş ya da Mardin yöresinde geçtiği söylenen öykü hakkında çok net bilgiler yok aslında. Herdem hanım, on dördünde bir genç kızıdır ailesine göre çoktan evlenme yaşına gelmiş anne babası ve ağabeyleri onu baş göz etme telaşına düşmüştür. Körpecik bir fidandır Herdem Hanım. Daha sokakta oynama yaşındadır, fakat kimse onun çocuk olduğuna bakmamıştır, bolca Muş tütününün içildiği bir günde başlık parası için pazarlıklar yapılmış Herdem hanım Cemile verilmiştir. Herdem hanım ve Cemil hakkında çok fazla bilgiye ulaşılamıyor. Kılamdan anladığımız kadarı ile Herdem Hanım bu nişanlılığa çok tepkileniyor bütün Kürd kadınları gibi acısını bir kılamla dile getiriyor Lo lo Xalé Cemîl, Xalé Cemîl ez gune me Lo Xalé Cemîl min bi heyrano wele tu extiyarî dino, ez gede me Lo Xalé Cemîl, emré te çuyé çil û penç e ez çarde me Lo Xalé Cemîl mal şewitiyo tu ji min bigere ez stixwar û bé çare me Xalé Cemîl mal şewitiyo, ez ne parîyé devé mirdaré fena te me Xalé Cemîl, Xalé Cemîl ez gune me⦠** Oy oy Cemil Dayı, Cemil dayı ne olur acı bana. Kurban olduğum Cemil dayı, sen yaşlısın ben çocuğum. Kurban olduğum Cemil dayı, yaşın kırk beşe ermiş ben on dördümdeyim daha. Oy oy Cemil Dayı ocağın sönsün, beni bırak boynu bükük, çaresizim Oy oy Cemil Dayı ocağın sönsün, senin gibi murdarların ağzının lokması değilim. Oy oy Cemil Dayı, Cemil dayı ne olur acı bana. Herdem hanım on dördünde bir çocuktur nişanlandığı adam cemil ise kırk beşini çoktan doldurmuş yaşını almış bir adam. Nişanlandığı adamı ancak dayısı, amcası olarak görmektedir. Bu yüzden Herdem Hanım, Cemil dayıdan ona acımasını istiyor ancak â˜Xale Cemilâ™, ısrarla Herdem Hanımla evlenmek ister. Herdem Hanımın çığlığı ve yalvarışı tüm Kürd kadınlarının yalvarışı ve çığlığıdır aslında. Hangi genç kız daha ilk aşkın, ilk el tutuşun heyecanını bile yaşamadan babası yaşındaki bir erkeğe gitmek ister ki. Ama verilir yaşlı adamlara Kürd kızları⦠Erkeğe teslim edilir, solar ay parçası gibi olan yüzleri ceylan bakışları hüzün yüklenir. Ve Xalê cemil onu istemeyen Herdem hanıma bir kılamla cevap verir. Xalé Cemîl digo: Lé lé Herdem Xanimé sibe ye li min û DiyaréQerdîleké. Lé lé Herdem Xanim, min bi heyrané, qam kiniké, lé meş werdek e. Te yé guhé xwe nedî qise û galgal û gotinén şeytan û fesadan fesadiyén xelké. Bila Xwedé tiala biqedîne mirade min û Herdem Xanimé şevek e ji şeve payîzé heta şevaqa sibe. bira hingé li ser singé min peya be qasidé mîrata qol Feleké. Dé gidî lé gidî lé, lé Herdemé Dé gawir é Bab Ecem e Ezé qasekî rûniştima li kéleké li balé li cemé. gidî lé, lé Herdemé⦠Cemil Dayı der: Oy oy Herdem Hanım, tan doğdu ben ve Diyaré Qerdîlekéâ™in üstüne. Oy oy Herdem Hanım, hayran olduğum, kısa boylum, hoş yürüşlüm Sen dineleme şeytan fesat kişilerin sözlerini. Büyük Allah benle Herdem Hanımı murada erdirsin gecelerden bir sonbahar gecesi. O zaman gelsin, Azrail diz çöksün göğsüme. Oy oy Herdem Hanım Acem babanın, Gâvur annenin kızı; Keşke bir an yanında oturabilsem, diz dize gelsem⦠Oy Herdem Hanım⦠** Lo lo Xalé Cemîl Xalé Cemîl mal xirabo té ji min bigere; Tu mezin î şÃ»na xalê min î. Lo Xalé Cemîl tu mezin î şÃ»na babé min î. Lo Xalé Cemîl ez gedem e mal xirabo wele tu mezin î. Lo lo Xalé Cemîl, tu yé nebe sebebé qedera min. Lo Xalé Cemîl, Xalé Cemîl ez ez gune me. Lo Xalé Cemîl, Xalé Cemîl ez birîndar im Ez é birîndaré kesé desté kal im. - Bu mesajı yanıtlamak için, aşağıdaki bağlantıya tıkla: http://www.facebook.com/n/? inbox%2Freadmessage.php&t=1059760271002&mid=171ddbcG55f95348G7af68fG0 _____________________________________________________________ _____________________________________________________________ * BERFİN Ağlıyordu Berfin… Ufacık yüzü kıpkırmızı olmuştu. Canı mı yanıyordu yoksa üzgün müydü? .. Hayır. Belki de hissetmişti nasıl bir zamanda, nasıl bir dünyaya geldiğini. Oysa onun gelişiyle gaz lambasının titrek ışığıyla yetinen oda nasıl da aydınlanmıştı. Babasının gözlerindeki ışık ilk ikisinden çok daha parlaktı. Ne de olsa yaşlanmıştı artık. Yeni bir ‘neden’ onu heyecanlandırıyordu. Rojin yirmi yaşındayken gitmişti. Dört sene olmuştu gideli. Gidişinin nedenini biliyordu ama hasreti canını acıtıyordu. Gerçi arada bir geliyordu ama yetmiyordu ki Hasan’a. Bir de oğlu vardı on yedi yaşında. Umut’tu adı. Umut… Umudu hiç tükenmesin diye vermişti bu adı ona. Biliyordu çünkü bir gün Umut da gidecekti... Bir sessizlik yayıldı odaya. Berfin’in çığlıkları susmuştu artık. Herkesin yüzünde sonu gelmeyecek bir mutluluk vardı. Uykuya daldı Berfin. Küçücük çenesi bir aşağı bir yukarı oynamaya başladı. Anlaşılan dilini emiyordu. O uyudu… Algül seyretti. Saatlerce ona baktı. Yüzünün her ayrıntısını inceledi. Hayal kurmaya başladı. Büyüdüğünü hayal etti. Ne güzel bir kadın olmuştu Berfin… Düşüncelere dalmışken uyuya kaldı. Bebeğine sarıldı ve hayallerin yerini tatlı rüyalar aldı. *** “Daye! ” dedi Berfin. “Ji mıre çorek çebık”. Gülümsedi Algül. Peynirli çöreklerinden yapmak için mutfağa gitti hemen. Berfin’in heyecanını anlıyordu. Bir gün sonra okula başlayacaktı, nasıl heyecanlanmasın. Çörekleri de onun için istiyordu zaten. Ama Algül korkuyordu. Rojin’i hatırladı birden. Nasıl üzülmüş nasıl ağlamıştı. Biliyordu, Berfin’i de zorlayacaklardı Türkçe konuşması için. Berfin bundan nasıl etkilenir onu kestiremiyordu. Çöreklerin kokusu yayıldı odaya. Berfin hemen çöreklerin başına koştu. Öğretmenine de götürecekti bunlardan. Kim bilir öğretmeni ne çok sevecekti Berfin’i bu lezzetli armağanı alınca. Sabah erkenden köydeki arkadaşlarıyla yola çıktı. Çok üşümüştü, bu kadar çok yürümeye alışkın değildi hiç. Zil çaldığında herkes yerine oturmuş öğretmenin gelmesini bekliyordu. Ve nihayet öğretmen içeri girdi. Çocuklara baktı bir süre, sonra konuşmaya başladı. Berfin söylediklerinden hiçbir şey anlamamıştı. Adam sürekli konuşuyor ama tek kelimesi bile anlaşılmıyordu. Öğretmen öyle uzun konuştu ki fark etmeden dersin sonu gelmişti bile. Tam kapıdan çıkarken Berfin kocaman gözlerini adama dikti ve gülümseyerek “Mamoste min, ji tere çorek a ‘nim” dedi. O anda yanağında patlayan tokadın acısından çok ezilmesinler diye özenle yerleştirdiği çöreklerin yere saçılması acıttı canını. Adam anlamadığı kelimelerle bir şeyler söylüyordu bağırarak. O da bebeklerin, annelerinin karnında dinlemeye başladıkları, senelerce kendilerini ifade ettikleri kelimelerle konuşmalarını “hastalıklı davranışlar” olarak nitelendirenlerdendi. Annesini istiyordu Berfin. Koşup onun yanına sığınmak istiyordu. Her şey yabancı gelmişti ona. Ağlayarak eve koştu. Kapıdan girdiğinde hala kırmızı olan yanağı gözyaşlarıyla sırılsıklam olmuş, Berfin hıçkırıklara boğulmuştu. Algül anladı durumu. Bunu üçüncü kez yaşıyordu çünkü. Rojin ve umut da böyle paralamışlardı kendilerini. Sonra alıştılar. Berfin de alışacaktı. Ama abisi ve ablası gibi o da kabullenmeyecekti, biliyordu. İçi rahatladı biraz ve kızına sarıldı kocaman bir sevgiyle. Berfin sustu. Evinde, annesinin kollarında huzur bulmuştu artık. *** “Ne mutlu Türküm diyene” “Ne mutlu Türküm diyene” “Ne mutlu Tü... Elleri yorulmuştu artık, yazmak istemiyordu. “Tamam, öğrendim artık, neden her sabah bunu on kere yazmak zorundayım” diye geçirdi içinden. Kürtçe konuştuğu için verilmişti bu ceza. Küçücük aklı almıyordu bir türlü. Zaten abisini özlemişti. Günlerdir göremiyordu onu. Nereye gittiğini çok merak ediyordu ama kimse bir şey söylemiyordu. *** Yeşil kıyafetli adamlar vardı her yerde. Kocaman yeşil arabalar… Bunlara alışmıştı ama yine de sevmiyordu. Biliyordu; çünkü abisi anlatmıştı, Mardin’de öldürülen 12 yaşındaki Uğur’u Sipas hevale heja deste te xweşbe... Yaşından çok mermiyle vurdular Uğur’u. Oysa küçücük bedeni bir kurşuna bile dayanamazdı. 13 mermi… Öyle yanlışlıkla falan değil, dokuz tanesi bir adım boyu kadar uzaklıktan sıkılmış kurşunların. Çünkü teröristmiş Uğur... Sipas hevale heja deste te xweşbe... Diyarbakır’da, kendi şehrinde, terörist diye öldürülen 6 yaşındaki Enes’i de biliyordu... 8 yaşındaki İsmail’i, Emre’yi, 12 yaşındaki Abdullah’ı… En acısı, tek başına ayakta bile duramayan, yirmi kelimeden fazlasını bilemeyen 3 yaşındaki Fatih’i… *** Uyuyordu Berfin… Öyle bir gece vardı ki dışarıda, en karanlık geceden daha karanlık. Yeşil adamların gölgesi vuruyordu ve daha da körükleniyordu karanlık. Berfin’in rüyası aydınlıktı oysa, rengarenk çiçek bahçelerinin içinde arkadaşlarıyla oynuyordu. Herkes çok mutluydu. Aniden bir kuşun sesi ve diğerleri… Kırmızı… Rengârenk çiçekler, gülen çocuklar yok artık. Sadece kırmızı… Bir acı duydu Berfin boynunda… Acısında, Kızıltepe vardı, Uğur ve babası vardı. Acısında Diyarbakır vardı, Enes, İsmail, Fatih vardı. Sonra Filistin vardı acısında; tanklara, mermilere karşı taş atan minicik yürekler vardı.“Size film seyrettireceğiz” diyerek okullarından alınan ve katledilen yaklaşık 60 çocuğun kanlı bedenleri vardı acısında. *** Uyuyor Berfin… Bir daha uyanmayacak. Ama uykusunda acı yok artık. Rengârenk cıvıl cıvıl rüyası devam ediyor, edecek. Rüyasında okula giden, koşup oynayan, şeker yiyebilen neşeli çocuklar var. Dersim’li, Mardin’li, Diyarbakır’lı, Filistin’li çocuklar. Rüyasında Enes’in, Uğur’un, Fatih’in, Zelal’in, Dilan’ın, Boran’ın, Faris’in umudu var... (Kaynak: dıren) __________________________________________________________ BU ÜLKE Unutmak mümkün mü, bu ülkedeki acımasızlığın tarihini... Etime, iliğime işledi korkusu... Gözlerim yırtıldı bu korkudan. Bayrak törenlerinde hep içim üşüdü... İnsanın kendi ülkesinde bir yabancı gibi yaşaması ne demektir; ne demektir, kalbine batan aykırı bir dikenle yaşaması... Ben bu ülkede, hep gitmekle kalmak arası yaşadım... Doyasıya sevmekle, bütün varlığımla nefret etmek arasında gittim geldim... Bu ülkeyi anlamak ve ona bağlanmak istedikçe ona hep yabancı kaldım; hep aykırı, hep düşman... Onu en çok ben tanıyordum ama ilk anda gözden çıkarılacak olan yine bendim... Ona en çok ben üzülüyordum ama yine de sığıntıydım burada sonuna dek... Ne kadar sevsem de hiçbir şeyi unutmuyordum ve neden ondan bütün varlığımla nefret ettiğimi biliyordum: Çünkü hiç unutmuyordum, ortaokul çocuklarına seyrettirilen idamları... Çok da eski değil, altmışlı yıllara dek, ortaokul öğrencilerine Yurttaşlık Bilgisi derslerinde, Sultanahmet Meydanı’ndaki idamlar seyrettirilirdi... Çocuklar yakından görürdü mahkûmun boynunun nasıl kırıldığını; duyarlardı kırılırken çıkan sesi... O zamanlar halka açıktı idamlar. İdamın olacağı gün, darağacının olduğu meydanı, sabahın çok erken saatlerinden itibaren simitçiler, baloncular, kokoreççiler, limonatacılar ve idamlara meraklı halk doldururdu. Bir de başlarında öğretmenleri olan ortaokul öğrencileri... İdam mahkûmu boynu kırıldıktan sonra altına kaçırırdı. Bunu da görürdü o gencecik öğrenciler... Dersin adı; “Yurttaşlık Bilgisi”ydi... Son nefesini veren mahkûm yağlı urganın etrafında dönmeye başlayınca gazetecilerden biri tutar, bir diğeri fotoğrafını çekerdi... Herkes ibret alırdı bu görüntülerden. En çok da o gencecik öğrenciler! .. Herkes devletten korkmayı öğrenirdi. En çok da öğrenciler... En çok onlar üşürdü, bayrak törenlerinde... Öğretmen ders defterine; “Bugün Yurttaşlık Bilgisi dersinde öğrencilere idam edilen bir mahkûm gösterilmiş, bu ibret verici olay bütün ayrıntılarıyla kendilerine anlatılmıştır,” diye yazardı... Ölüyü urganın etrafında dönerken tutan ve fotoğrafını çeken gazetecilerden duyarlı olanları, daha sonra alkolik olurdu... Öğrenciler büyür, bazıları büyük adam olur ama ne olurlarsa olsunlar, gözleri hep o eski korkuyla yaralı olurdu; öyle ki, o korkuyla yırtılan gözleri baktığı yeri görmez olurdu... Onca korkuya rağmen hâlâ görebilenler için ise bu ülke dayanılmaz bir acı, karanlık ve yapışkan bir hüzündü sadece... Bazı geceler o inanmadığım Tanrı’ya yakarırdım durmadan; bilmeseydim, görmeseydim keşke diye... Ama bilirdim, görürdüm yine de... Onca korkuya rağmen... Görebildiğim, hissettiğim için suçlanırdım üstelik, aşağılanırdım... O zamanlar Güneş Gazetesi’nde yazıyordum... En karanlık, en dışlanmış Beyoğlu sokaklarını yazmaya niyetlenmiştim bir keresinde. Vitrinlerin, parlak neon ışıklarının, varlıklı insanların coşup eğlendiği, düşünmeden para harcadığı yerleri değil; lanetlenmiş ve onca zenginliğin hemen yanı başında can çekişen Beyoğlu’nu, onun o kara sokaklarını yazmaya... Çünkü ben o kara sokaklarda büyümüştüm. Hüznüm orada yüzünü aramıştı... Baştan kaybederek sevmeyi o sokaklarda öğrenmiştim... Bir gece o lanetlenmiş arka sokaklardan İstiklal Caddesi’ne henüz çıkmıştım ki iri yarı, takım elbiseli bir sivil polis koşarak yanıma geldi ve “Amirim sizi çağırıyor,” dedi... Etrafında silahlı korumaları, gri bir reno marka arabanın ön tarafında, bir ayağı yerde, bir ayağı arabada beni bekliyordu amiri... Caddenin gür ışığı aşağıya doğru sarkan acımasız bıyıklarını aydınlatıyordu en çok... Çocukluğumu korkuyla lekeleyen ve bayrak törenlerinde içimi üşüten o zehirli soğuk gibiydi küstah bakışları... “Ne dolaşıyorsun gecenin bu saatinde? ” Gücünü benim üzerimde sınamak ona garip bir zevk veriyordu... “Gazeteciyim, Beyoğlu’nun arka sokaklarıyla ilgili bir röportaj hazırlıyorum...” “Adın ne senin? ” Adımı söylüyorum. Etrafımdaki silahlı sivil polis sayısı giderek artıyor... -“Bak koçum, yazılarını okuyorum! Çok ileri gidiyorsun. Haddini bildirmeye az kaldı senin! ..” Susuyorum... Lambanın ışığında parlayan ve aşağıya doğru pervasızca sarkan acımasız bıyıklarına bakarak susuyorum... Korkuyla sakatlanmış çocukluğumu, sevmeme bir türlü izin verilmeyen ülkemdeki çaresiz halimi düşünüyorum bir de... Çünkü hep beklediğim anda gelirdi tokat, hep beklediğim anda kirlenirdi düşlerim. Burası hep karşılıksız sevdiğim ülkemdi ve karşımda, Beyoğlu Ekipler Amiri, Hortum Süleyman vardı... Süleyman Ulusoy... Hani şu geçenlerde CNN Türk’te çingenelere, yoksul ve kimsesiz insanlara yaptığı işkencelerin görüntüleri sergilenen polis şefi... Gözaltına aldığı insanları önce soğuk suyla ıslatıp, sonra da hortumla dövdüğü için lakabı, Hortum, kalmıştı... Evlerini basıp döve döve emniyete getirdiği travestilerin saçlarını önce sıfır numaraya vurdurup, ardından da çırılçıplak soyup hortumla döven ve sonra da yola gelsinler diye zorla namaz kıldıran polis şefi... 90’lı yılların başıydı. Korku isim değiştirmiş, güzelleştirme olmuştu! .. Vitali Hakko ve Semra Özal’ın başında olduğu, Beyoğlu’nu Güzelleştirme Derneği, özel bir kanunla oluşturulan, uzun ürkütücü pardösüleri ve ellerinde kalın tahta sopalarıyla dolaşan ve istediklerini sokağın ortasında sorgusuz sualsiz dövme hakkına sahip sivil bir polis birliği oluşturmuştu. Bu polisler ‘Beyoğlu Cumhuriyeti’nde çoğunluktan farklı, kendilerince aykırı gördükleri herkesi ellerindeki o kalın tahta sopalarla rastladıkları yerde sıra dayağından geçiliyorlardı. İşte bu tahtacı polislerin başında Hortum Süleyman vardı... Beyoğlu’nu güzelleştirme adına her gece onlarca insan hastanelik oluyordu! .. Hortum Süleyman o gece beni yolumdan çevirip küstahça sorguya çekerken ve ben onun aşağıya doğru sarkık bıyıklarını seyrederken Taksim Meydanı’na yakın bir yerden canhıraş feryatlar duydum. Biri amansızca dövülüyordu. Bugün bile o korkunç çığlıkları hatırlarım... -“Ne oluyor, kimi dövüyorlar? ” diye heyecanla sesin geldiği yere bakarken, Hortum Süleyman o alaycı ve küstah sesiyle beni aydınlattı: -“Merak etmeyin,” dedi, “Demokrasiyi yerleştiriyoruz! ...” Döve döve demokrasiyi yerleştiriyorlardı! .. Kim kendilerinden farklıysa, kim çoğunluğa göre yaşamak istemiyorsa, onun kafasını kalın tahta sopalarla kırıyorlardı. Sonra, onlar vurdu biz büyüdük... Biz büyüdük onlar vurdu... Çevremdeki insanların birçoğu yıllarca evlerinin yatak odalarında, sokakların kuytu yerlerinde, çok dumanlı meyhane sofralarında önce gömleklerini, sonra iç çamaşırlarını utangaç bir hüzünle sıyırır ve o derin yaralarını, derin devletin vücutlarına kazıdığı o mor mühürleri birbirlerine gösterip dururlardı... Ne gariptir ki bu utangaç hüznün içinde, çoğu kez yaralı gururlar saklıydı... Ve beni vücutlara kazınmış o mor mühürlerden daha çok bu yaralı gururlar incitirdi. O yaralı gurur kimi kez silkinir, kendisine geniş ve ayrıcalıklı bir yer açardı: Kim daha çok içerde yatmış, kim daha çok eziyet görmüşse, yatmamışlardan, eziyet çekmemişlerden özel bir saygı beklerdi! .. İçerde yatmamışlar, nasılsa pek eziyet görmemişler, nasılsa vücutlarında o mor mühürleri taşımayanlar onlara karşı derin bir suçluluk duyar, suçluluk duydukça, o utangaç hüzünler, o yaralı gururlar durmadan kimsesiz ruhları gezinir, karşılarına çıkanları kendi iklimine çekerdi. Biz işte yıllarca bu mor mühürlü, suçlu, bu utangaç iklimde yaşadık durduk... Şimdi çağ değişmiş, bizim haberimiz yok, onlar öyle söylüyor... Artık kimse idam edilmeyecek, işkence tarihe karışacakmış. İşkence yapan polisler cezalandırılacak, karakollardaki Filistin Askıları, vücuda elektrik veren manyetolar teker teker toplanacakmış... Çiçeği burnunda Cumhurbaşkanımız bile, “Polis devleti görüntülerine son verilmeli,” diyormuş... Hortum Süleyman’ın bile defteri dürülüyormuş... Belli ki uzun yıllardır gözlerimizi korkusuyla yırtan, vücutlarımıza mor mühürler kazıyan devletimiz, Avrupa’ya hazırlanıyor... Bizleri bir daha yaralamamak, kırıp incitmemek için değil; Avrupa istedi diye böyle yapıyor... Çağı geçtiği söyleniyor, insanların vücutlarında mor mühürler bırakan faşizan uygulamaların; yerine artık ince faşizm getiriliyor... Dekorun arkasındaki hayatı insanlara göstermeye çalışan, karşı çıkan, düşünüp hisseden insanların vücutlarında değil, ruhlarında açılacak artık o derin yaralar; ekimozlar, o mor hücreler... Çünkü sadece görüntü değişiyor. İmaj değişikliği yapılıyor. Zihniyet, kadrolar, asıl can alıcısı sürekli mağdur, sürekli kaybeden, yitirmiş insan yaratan bu ekonomik yapı, bu sistem değişmiyor, aksine giderek vahşileşiyor... Öz değişmiyor, aslında değişen sadece dekor... Haksızlıkları, adaletsizlikleri örtmek için daha göz alıcı, daha sağlam, daha yalancı bir perde geriliyor toplumun önüne... Eski perde çok yırtılmıştı artık, sürekli arka bahçeyi gösteriyor, üstelik kan ve çığlık geçiriyordu... Bu sızan kanlar, bu çığlıklar yeniçağa pek uymuyordu! .. Ama sadece dekoru değiştirmek yetmezdi. Önce toplumdaki direniş ve başkaldırı noktalarını bir bir yok etmek gerekiyordu... Nereden yayılıyordu direniş, yeni fikirler; nereden geliyordu sağlam inançlar, coşkulu başkaldırışlar? .. Üniversitelerden ve cezaevlerinden... Yıllar önce başladılar üniversiteleri bitirmeye... Ve bunu büyük ölçüde başardılar... Şimdi sıra cezaevlerine geldi. Yeni dekorlarını topluma benimsetebilmek için cezaevlerini de bitirmeleri gerekiyordu... Çünkü kim haykırıyordu en çok adaletsizliği, zulmü, eşitsizliği, köleleşen ruhları? Cezaevlerindekiler... Kimler özgürlükleri için gerekirse canlarından bile vazgeçebiliyorlardı? Cezaevlerindekiler... Bu direnişi, bu başkaldırıyı kırmak için tek yol vardı, o da hücre sistemini getirmek, ülkenin her tarafını F tipi cezaevleriyle donatmaktı... Cezaevlerindeki o son çığlığı, daracık hücrelere gömmekti. Flüoresanla aydınlatılmış daracık bir hücre bu... Lavabo ve tuvalet hücrenin içinde. Küçücük penceresi ancak hava almaya yarıyor. Tavanda bir de hoparlör. Oradan durmadan marş mı dinletirler, insan haklan bildirgesi mi bilinmez ama bilinen bir şey var, hücrenin elektriği, suyu, penceresi, her şeyi uzaktan kumandayla gardiyana bağlı. Gardiyan düğmeye bastığı anda, bunları kapatabiliyor... Arkadaşlarından, havalandırmadan, yüksek duvarların arasından bile olsa sızan güneşten, koğuş sohbetlerinden ve dostluk paylaşımlarından kopartılan mahkûm, günlerce, aylarca değil, yıllarca kalacak o hücrede... Vücudundaki o mor mühürleri bile gösterecek kimsesi olmadan kalacak... Giderek kendi sesine bile yabancılaşacak, giderek direncini yitirip, fikrini bile savunamaz hale gelecekti... Sonra kim kalacaktı; bu ülkede aslında hiçbir şeyin değişmediğini, değişenin sadece dekor olduğunu, bu dekorun arkasında o korkunç zulmün sürüp gittiğini haykıran kim kalacaktı? .. Aydınların büyük çoğunluğu kapitalizmin dünya nimetleri karşısında adeta büyülenmişti... Kan ve çığlık geçirmesin, ardındaki olanları gizlesin diye önüne yeni bir dekor yapılmaya çalışılan, sürekli mağdur ve yenik insan üreten bu sistemde, dünya nimetlerine sahip olmanın bedelini onlardan iyi kim bilebilirdi ki! ... Ruhsal körleşmenin kitabını en iyi onlar yazabilirdi. Ama sadece yazabilirlerdi. Onca yabancılaşmalarına rağmen bu körleşmenin kitabını yazabilen, onu dilediği gibi gizleyebilirdi zaten. Bu körleşme, zulmün önüne gerilen o göz alıcı perdeyi, o yeni dekoru daha da inandırıcı kılar ve güçlendirirdi. Bu aydınlar, dışardaki insan çoğunluğunu örnek gösterip kendi körleşmelerini haklı çıkarmaya çalışıyorlardı. Sistemin büyük bir hızla yarattığı bu yeni insan tipi kimdi, nasıl bir şeydi? .. Düşünmeyen, sorgulamayan, yüzeysel, boş, kayıtsız, ne verilirse onu alan, kolay yönlendirilen yeni bir insan tipiydi bu... Yanındakini, arkasını döndüğü anda unutan, üzülmeyen, vicdan azabı çekmeyen, yaptığı her şeyi doğru ve haklı sayan; her şeye geç kaldığını sandığı için yanında, çevresinde kim varsa düşünmeden ezip geçen; derinden sevmediği için derinden acı çekmeyen biri... Derinden acı çekmediği için, derinden acı çeken bir başkasının yerine kendisini koyamayan biri... Bunalımları bile anlamsız olan; duyguları giderek köreldiği için hayatını sadece tensel hazlar peşinde koşmaya adayan; duygusuzlaştıkça acımasızlaşan ve dünya nimetlerine ulaşabilmeyi tek amaç sayan, aslında kim olduğunu bile giderek unutan, önüne sunulan bu göz alıcı dekorun ardında ne olup bittiğini düşünmeyip sorgulamayan biriydi bu yeni insan tipi... Geçen hafta bu yeni dekorun arka tarafından, cezaevlerinin birinden maket bir gemi; yelkenleri bembeyaz bir gemi hediye gönderildi bana... Bu beyaz yelkenli gemiyi bana gönderen insan müebbet hapse mahkûmdu, üstelik beyninde ölümcül bir ur taşıyordu... Penceremin kenarına koyduğum bu beyaz yelkenliyi, günlerdir hüzünlü bir sevgiyle seyrediyorum... Beynindeki ölümcül ura rağmen, kendisine kart atıp imzalı kitabını gönderen bir yazara, ömrünün son günlerinde yelkenleri bembeyaz bir gemi yapıp gönderen bu mahkûmun varlığı beni hayata bağlıyor şimdi... O beyaz yelkenli gemi her gün bu yeni dekorun arkasındaki o acımasızlıktan ve hayatın direnen yanından usulca gelip penceremin kenarına yanaşıyor. Bu gemiyi yapan mahkûm, ölürken bile bana elini uzatıyor... Ölürken bile ruhumda taşıdığım o derin yaralara, o mor mühürlere dokunuyor sevgiyle... Bu dokunuş içimdeki yaralarımı, o mor mühürlerimi sevdiriyor bana... Bu dokunuş, korkuyla yırtılan gözlerimi bana bağışlıyor... Ne olur, ölmesin, bana yaralarımı sevdiren o eller! .. Ne olur, o son çığlık hücrelerde boğulmasın! .. O beyaz yelkenli gemi bize hayatın direnen yanından hep umut taşısın! .. Kaynak: dıren __________________________________________________________ KÜÇÜK KIZ Küçük kızın babası siyasi tutuklular hapishanesindeydi, siyasi tutuklu olduğu için sadece yılda bir kez görüş izni vardı. Küçük kız babasına resim yaptı, halasıyla birlikte babasına götürecekti. Önce kimlik kontrolü yapıldı, sonra eşyalar kontrol edildi. Karanlık uzun koridorları geçip babasının odasına gelmişti... Gardiyan küçük kızın elindeki resmi isteyip inceledikten sonra: -“kuş resmi yapmak yasak” deyip kızın çizdiği ağaç ve kuş resmini buruşturup attı. Küçük kız o kadar içerlemişti ki bu duruma, hıçkırıkları ve gözyaşları bir türlü dinmiyordu. Birazdan babasıyla konuşacaktı, gözlerini yaşlı olarak görmek istemiyordu küçük kız! Kapı açıldı, hasretle sarıldılar birbirlerine... Babası kızının yaşlı gözlerini görünce neden ağladığını sordu. Küçük kız: -“sana resim çizmiştim, ama gardiyan attı...” diyerek her şeyi anlattı babasına. Babası yüzünde tebessümle kızının daha fazla üzülmesini engellemek için: -“olsun kızım bir dahaki sefere gene çizersin dedi...” Ve aylar geçti küçük kızın babasıyla buluşma vakti gelmişti yeniden! Elinde sımsıkı tuttuğu resmi ve yanında halası koyuldular yola. Gardiyan gene alıp resmi inceledikten sonra, negüzel meyve ağacı tamam bunu babana verebilirsin deyip küçük kızın eline tutuşturdu. Mutluluktan havalara uçan küçük kız, babasına yaptığı resmi verdi. Babası: -“ne güzel bir meyve ağacı, üzerindeki meyveler ne? ..” diye sordu... Küçük kız sağa sola bakıp babasının kulağına yavaşça eğilerek “hiiişşttt” dedi. Sonra anlatmaya başladı: -“bunlar meyve değil, senin için ağacın içine sakladığım kuşların gözleri...” (Kaynak: dıren)

Gürkal Gençay