İNANÇ ŞİİRLERİ

İNANÇ ŞİİRLERİ

Ahmet Bektaş

Ant Dairesi Altınçağ

Sümerce ve Akatca yazılmış bu tablet;

"SAG.BA

Büyü, Ant, aşılamayan Ant Dairesi,
..

Devamını Oku
İmam Sürensoy

bir cumhurbaşkanı düşünün. uluslararası hukukun iç hukukun üstünde olduğu ilkesini çiğneyerek, ahimin zorunlu din dersi laiklik ilkesine insan haklarına ve özgürlüklere aykırı olduğu kararını eleştirerek kimyanını matematiğin zorunlu olduğu yerde din dersi neden zorunlu olmasın diyerek anayasayı çiğnemiştir. kimyanın matematiğin bilim dersi olduğunu bu derslerin olmadığı yerde bilimsellikten bahs edilemeyeceğini bilinmesine rağmen böyle sığ bir yaklaşımla türkiyeye bişe kazandırmayacaklardır. din ise soyut bir kavramdır. din inanç bazında ele alınır. biz kimsenin inancına ve yaşam biçimine karışmayız. bu bir demokratik duruştur. ama hiç kimseninde bize zorla din dersi vermesini ve inancımızı yaşam biçimimize karışılmasını asla kabul etmeyiz ve edemeyiz.
ayrıca reşit olmayan çocukları zorla kapattırarak türbana sokarak özgürlükler savunulamaz. on iki yaşındaki bir çocuğa türban takmak ona zorla din aşılamak bir özgürlük değildir. bu aslında gerici yobaz dindar bir nesil yetiştirmek için toplum muhendisliğidir. bu gelecekteki süreçlerde kadınları sosyal hayattan koparmak eve haps etmek için yapılan toplumsal projelerdir. üniversitede türban yasağı ne kadar yanlışsa orta dereceli okullarda türbanı serbest bırakmak ve türban taktırmakta o kadar yanlıştır. on iki yaşındaki bir çocuğu günah ve azap gibi korkularla yetiştirirseniz o çucuk kendi gel,şmiiliğini tamamlayamaz ve pozetif bilime çok uzak durmasına sebebiyet verecektir. ilk okullarda ve orta dereceli okullarda türbanı serbest bırakan hükümet söz konusu aleviler oldumu dut yemiş bülbüle dönüşürler. o özgürlük nidalarını unutur yerine despot ve bsakıcı bir tutuma girerler. alevi öğrencilerini zorla imam hatip liselerine gönderirler. aleviliği asimile etmek için her türlü yasal kurnazlıklara hilelere baş vururlar. sayın cumhurbaşkanı din dersinin zorunlu olmadığı yerlerde ülkelerde gençlerin uyuşturucu maddenin pençesine düştüklerini söylemektedir. bu uyuşturunun ve uyuşturucu tacirlerinin olması ve çoğalması zorunlu din dersinin olmadığıyla alakalı bişe değildir. bu uyuşturucuyla ve tacirleriyle mücadele etmemenin sebebi denetimsizlik ve etkin mücadelenin olmayışından kaynaklanıyor.
ayrıca uyuşturucu maddelerinin üretim yerlerininn müslüman ülkeler olduğunu, en fazla dini baskıların ve şeriatla yönetilen ülkeler olduğunu da bütün dünya biliyor. bunu n örnekleri afganistan iran fas yemen gibi ülkeler olduğunu bütün dünya kamo oyu biliyor. zorunlu din dersini savunmak için böyle bir kılıfa sokmak insanları cahil görmekten başka bişe değildir.
zorunlu din dersi uygulaması ve savunulması aslında hiç bir cumhuriyet değerlerini içselleştirmediği aşikardır. gelecekte rejimi değiştirmek için ve türkiyeyi bir din devletine dönüştürme projesinden başka bişe değildir. bu bir niyet okumak değildir. bu bir siyasal projedir. bu tamamen laiklik ilkesini uygulamadan kaldırmaktır.
mademki çok özgürlükçüsünüz. mademki demokratsıniz. gelin zorunlu din dersini kaldırın seçmeli ders yapın giden gider gitmeyen gitmez. esas demokrasi insanlara zorla inanç aşılamaktan geçmez. insanları inançlarından özgür bırakmaktır. copla dipçikle insanlara din veremezsiniz. verdinizmi bu islami faşizm olur.
..

Devamını Oku
Bayram Kaya

Sayın Mükrime Hanım, 2

Bilgi severlik tutumunuzu, durumu vuzuhluğa kavuşturmak isterlik yaklaşımınızı takdirle karşılarım.

''Kafa yapısı'' kavramı sakın hakaret gibi algılanmaya, bu insanların, hepimizin yaşamının her aşamasında kurtulamadığı, bir içinde oluş haline durumudur. Bu anlayışla, ortaya yere kuantım teorisi de koysak da, bu kafa yapısı aşamasından kurtulamıyor olabiliyoruz demektir. İnanma eğilimliliğine yatkın oluşun, aklı perdelemesi anlamındadır. Bir durum tespitinden öte anlatım içermez. Düşünce yapısı bir sistematiklik içerir gibi geliyor bana. Yani kaotik gelişme sistematiği ile davranan birisi, kanguru soyundan geldiğine inanmaz. Eğer inanıyorsa kafa yapısı ile ilgilidir. Bu sözcüğün biyoloji ve anatomideki anlamıyla kullanılmayıp, düşün bilim bazında kullanıldığı açıktır. Cümlenin siyakı, bunu açıkça göstermiyor mu? Sanırım sizi ikna eder.

Şu konuda bir uzlaşalım. Ben inanç vardır, yoktur demiyorum. İnancın daha bir özelleşmişi tutumsal ilkelilik ve kurallılık haline gelmiş olan, din dediğimiz olgular oluşmuştur. Dini gruplar; geniş beşeri coğrafyaları etkileyen, kendine has yanları ile yüz yılların, insan akıl ve tecrübeleri ile geliştirilip, zenginleştirilen dinleri ben, vardır yoktur demedim. Görmezden de, asla gelmedim. Konum sınırlı. Adı üstünde ''İnanç Ve Toplumsal İstem'' çerçeve bu.
..

Devamını Oku
Bayram Kaya

Sayın Mükrime Hanım, 4

Siz öncelikle, halk ve toplum kavramını karıştırıyorsunuz bence. Ben yazılarımda, halkın bireylerinin (biyolojik bireylerin) Ya da halktan kişilerin, inanları vardır. Ve de olmalıdır da diyorum. Toplumların, Ya da toplumun inancı yoktur diyorum. Bunun nedenlerinden birincisi de; Her toplumun kendine özgü somut yasallığının oluşudur. İkincisi de; Toplumun birey yanın, inancı vardır. Ama bu da bireyin toplumda gördüğü işle, bire bir bağıntılı da değildir. Toplum ve halk apayrı kavramlardır. Bugün dahi her kesimden nüfusun tahmini % 90'dan fazlası, toplum ve halk kavramlarını aynı anlamda kullanma düşünme yanlışı içindedirler.

Yani, değil inanç; insan bilinci dahi, bu yasalara, uygun olmak zorunda. Yasallığa uygun istekler ve tutumlar ortaya koyamaz iseniz; ne insan bilinci, ne de insan inanmaları, toplumsal üretimde hiç bir şey var edemezler.

Böyle olunca da belirttiğiniz; “”dinimizde kulağa ezan okuma,”” işi halkın ve kişilerinin bir inancıdır. İkinci olarak bunu bana ne diye eleştiri getirdiniz anlayamadım! Ben bunu var veya yok diye eleştirmiş değilim ki. Üçüncü olaraktan da: “”din, topluma müdahale eder”” demişsiniz! Din topluma müdahale etmez. Siz dini, bir eleştiride ahlak olarak tanımladığınıza göre, toplumunda birey bağlamında davranan tüzel bir kişilik olmadığı için, toplumun dini yoktur. Örneğin toplum hırsızlık yapmaz, toplum zina etmez. Bunlar bireysel tutumlardır.
..

Devamını Oku
Yücel Terkanlıoğlu

İnanç, görmediğine inanabilmekse;
Sevgi, inançla ulaşılması gereken bir erdemliktir.
..

Devamını Oku
Ahmet Bektaş

Ahkam Kesme!

Bir konu hakkında ahkam kesmek için o durum yaşanmalı değil mi? İnsan yaşamadığı konu hakkında duyduklarıyla ahkam kesmemeli! İnsan duyduklarını da yazabilir, söyleyebilir ama bunu da tırnak içi olarak ifade eder! Bizzat bildiğini, yaşadığını, şahit olduğunu gerçekten bilinçli olarak söyleyebilir, yazabilir! Bu nedenle ahret ve ölüm konusunda kesilen ahkamların sadece inanç olarak bir değeri olabilir! "Ölmeden önce ölmek-dirilmek! " ve "Ahrete gidip-gelmek! " gerekir bu konuda ahkam kesmek için!

Bu konularda yazılanlara bakın, tamamı başkalarının deneyimlerinin nakledilmesinden öte geçmiyor! Başkalarının deneyimlerini de önemsemek gerekir ama kişi bizzat kendi deneyimlememişse hepsi inanç ekseninde kalacaktır! Bilinç olması deneyimle mümkün! Kişinin deneyimini aktarması ya da başkasının deneyimini aktarması ikinci el bilgi kapsamındadır!

İnanmak ile bilmek arasındaki çizgiye işaret etmek isterim; inanmak, bilmeye yol gösterir! Neyi bileceğini insan inançla hedefler! Bir mağarada hazine olduğuna inanmayan o mağarada hazine aramaz! Her arayan da hazineyi bulmaz! Hazinenin varlığına inanmak, aramayı tetikler, bulmak ise inanç aşamasının bitmesi bilinç aşamasının başlaması demektir! Bulamamak da bir nevi bilinçtir! Yani mağarada hazine olduğuna inanan kişiler açısından durum şudur! Mağarada hazineyi bulan, artık inanmaz; bilir! Mağarada hazine bulamayan da orada hazine olmadığına inanmaz; o da hazine olmadığını bilir! Bir de mağarada hazine olup olmadığını önemsemeyenler vardır! Yani onlar, “Mağarada hazine var! ” ya da “Mağarada hazine yok! ” açısından bir inancı gerekli görmezler! "Var ise meraklısı gidip alsın! " der! "Yok ise arayan boşa arasın, beni mağarada hazine aramaya çağırmasın yeterlidir! " diyebilir!
..

Devamını Oku
Hatıp Hüsnü Karagöz

İnanç çağıydı inanç, aksi düşünmek yasak,
Düşünen beyinlerin için saman ettiler...

Akıl çağıydı akıl, aklı çalıştırdılar,
Nerde bir sırrı varsa bir bir ayan ettiler.

Şimdi inkar çağında şaştı, insanlık şaştı,
..

Devamını Oku
Kemal Kabcık

http://www.youtube.com/watch? v=GKUujBR_GOg

PAYLAŞIMLA VAR OLDUK ve PAYLAŞIMLA İLERLEYECEĞİZ! .
{}
20 Ağustos 2012 Pazartesi 09:44:27

“KUTADGU BİLİG” Adlı Kitabımızın Önsözünden Kısa Bir Anlatı:
..

Devamını Oku
Ahmet Bektaş

Durumlar

Tüm evrensel verileri vicdan değerlendiriyor. Eleme vicdan yoluyla.

Bilgi altyapısı eski ve özünü kaybetmiş, eksiltilmiş ilaveler yapılmış köhne kaynaklardan olunca işte durum.

Evrende iyi kötü göreceli insan algısına olan her şey Allah'ın izni ile oluyor ise olanda hayır vardır! Yani olanlar sonuçtur. Hak ve adalete zıt değildir!
..

Devamını Oku
Bayram Kaya

Bizim; rızıklar eşitsiz ve keyfi dağılmıştır anlayışımız, bizi pasifice eden bir tutumdur. Ve davranıp üretmemizi, gelişmemizi önlemektedir. Nedeni basit, ne kadar çabalarsan çabala, takdir olandan gayrisine sahip olamazsın demektir. Davranmayla hak edemeyeceksem; 6 meyve ağacı dikip, bir meyve ağacının verdiğini ürünü alacaksam, diğer beş ağacı niçin dikip, bakacaktım ki! Ki fazlaya sahip olamayacaksam, niye davranayım? Bu da sönme ve gelişememedir. Evrensel ilkeye aykırıdır. Sistemi tam da sönüme götürür. Buradaki bu tür anlayışla eşitsizliğe, inançsal bakış, akamet getirmekte. Halk grup yaşamına uygun bir anlamadır.

Böyle bir anlayış, bireyin düşünsel Tanrı anlayışına da, uygun olabilir. Bu anlayış, eylemsel pratik ve evrensel ilkeden çıkmamıştır. Sadece soyut düşünmeden, kendi için kendisinin amacı olmuş bir düşünmenin akametidir. Böyle bir düşünme kendi amacı içinde, kendini varlaşan olarak kalmalı, Yüce Tanrı anlayışına mal olunmamalıdır. En azında da, hiç değil ise farklı düşünmeye meydan bırakmalıdır.

Oysa rızık, var olanın çalışılarak, emek konarak elde edilmesidir. İnsanlar yeterli rızık edinemiyorsa, niye emek koysunlar ki! Bu keyfilik, ne toplumu örgütler. Ne hakkaniyet sağlar. Ne hukuku geliştirir. Ne de, toplumu bir arada tutar şekilde huzurlu kılar. Ne bir gelişen toplumsallık, ne de doğruluk var eder. Zaten inancın dediği gibi olsa idi, öyle doğru kabul edilse idi; bu durumdan, üstü örtülü cayılmazdı ve bugünkü toplumsal yapıya gelinemezdi. Çalışacağım, üreteceğim, ama rızkım farklı olacak! Bu insan hünerli, egemen sınıf hegomanyası anlayışıdır. Tersten dolanarak, toplumu Yüce Ruh adı ile sefalete razı etmektir. Söz dinler uysallıkta kılınmaktır. Yüce Tanrı, böyle anlamada arı ve temizdir.

Doğada, varlığın özünde, sosyalite de; zıtların birliği ve savaşımı yasası, gelişmenin olayların olguların özüdür. İnançlar da, günün değişmelerine karşı, değişmezliğin yılmaz temsilcisidirler. Değişmeye karşı olamayacağını görür olması, hemen bir kurnazlığa başvurmasını gerekli kılmıştır. Ve kendisinin, zamanlar üstü olurluğunu ortaya atacaktır. Bu da iyice çıkmaza girmesine neden olacaktır. Artık yorumdan yoruma derinleşen, durumla ters, düşen, günü, duruma ters düşmekten; kurtarmayla cebelleşen bir durum vardır ortada Asla kurtulamayacağı düşünce çelişkiler içine yuvarlanır. Bu onu geliştirmez, aksine iyice hantallaştırır.
..

Devamını Oku
Bayram Kaya

Aksi halde siz, trafikteki haklı konumdaki bir durumunuzu, haklılığınız nedeniyle öfkelenip; elinizdeki tır arabayı öfkeye neden olanın üzerine sürmekle; öfke haklı nedeninizi, ezen bir öfkeye dönüştürürsünüz. Bu da; halkın tır şoförünü, yani öfkeyi olumlamasıdır. Tır şoförünün, bu öfke düzeyine gelmesi nedenini halk, şöyle bir kanaatle makul kılarlar! “” “”Böylesi adamları, Taksim'de sallandıracaksınız, bakın bir daha olur mu? ”” demesi, gibi kısa devre yapan bir düşünme ve boş sözlülük, oluşuna benzerdir öfke gösterisi. İnsanca olabilir, ama toplumca yeri değildir.

Toplumlarda öfke; halk içindeki gibi, en çok bağıranın itibarilik sağladığı bir durum süreç yeri değildir. Bu tür öfke küpü oluşlar zaten, halkın kıyım ve katliam gibi önlenemez taşmalarının nedeni olabilmektedir. Toplum öfkelenmez, öfke yerine o sorunsala etraflıca cevabı üretir. Yani toplumun cevabı öfke ile olmamalıdır.

Halkın gelenek ve göreneği, uygulanır olması açısından gerçektir. Halkın böylesi bir tavır içinde oluşu, belirtildiği gibi, iki bakımdan da, halkın anlayışıyla çok uygundur. İlkin halkın zamanının halka göre ayrı olması ve farklı akmasına uygundur. İkinci olaraktan da bu tür yaşama anlayışı özelliklede, öznel yaşantılaşmada, kendini ele veren davranışlardır. Halk, tanımı gereği ve genel olaraktan da, çoklukla; çağdaş kültürü bilenlerin sosyal ortalamasından uzak oluşlarıyladır ki bilgiyi kullanamazlar. Bu nedenle kullanabildikleri örfleri vardır.

Halkın içinde elbette toplumun bildiği, en üst düzey, üst yapı oluşumlarını bilenlerde vardır. Ancak bu tür donanım halk içinde işlemez. Bu nedenle halkın beliriş tarzını daima genel ortalamanın yoğunlaştığı yöne eğilimli görmek olasıdır. Bu ortalamalar ve belirişlerde pek çok çeşittendir. Bu nedenle de halk, daha çok da, gözlemsel olanı, otoriter olanı yeğlerler. Sosyal öğrenmeler burada çok belirgindir. Sosyal öğrenmeleri de gelenek ve inançlarıdır. Gelenek ve inançlar geçmiş zaman toplum ve halk ilişki düzenini formüle eden, şimdi ile uyuşmayan, donuk biçimselliklerdir.
..

Devamını Oku
Yusuf Aygun

NASIL BİR PEYGAMBER?

Peygamberlik, insanlık tarihiyle yaşıt, H.z. Adem’in yaradılışı ile başlayan özde hilafet göreviyle ilgili bir kurumdur.Allah insana olan merhametinden,tevhidin tesisi ve kula kulluğun ortadan kalkması iradesinden dolayı peygamberleri tebliğ,tebyin,talim ve numune-i timsal olmaları için bazen bir kitapla bazen da daha önceki peygamberin hukukunu uygulamaya devam etmek üzere göndermiştir.(Bkz:Nahl:2,36,43-44,Enbiya:7,25) Allah kendisine uyarıcı göndermediği toplumları asla sorumlu tutmayacağını(Bkz:Şuara:208-209) çünkü soyut insan aklının vahyin katkısı olmadan hakikate ulaşamayacağını belirtmektedir.(Bkz:Enam:131) Çok büyük filozzoflaların bile basit bir müminin inancına ulaşamadığı düşünülürse risalatin gerekliliği daha rahat anlaşılabilir.Peygamberler vahye muhatap olma bakımından diğer kullardan farksızdır,yani onlar vahye muhatap olma anlamında nesne,vahyi yayma ve yaşatma anlamında ise öznedir,peygamberler sadece vahyi ileten postacı olmayıp onun anlaşılması,açıklanması, yaşanması, uygulanması ve pratiği anlamında evvele kendi nefislerinde tatbik eden edilgen bir role sahipken,vahyin diğer insanlara bir hidayet,yol gösterici,hak ile batılı ayırt edici bir yaşam ve hayat nizamı olarak anlatmak ve kendisine uyanlarla beraber onu hakim kılmak noktasında ise etken bir role hayızdır.(Bkz:Bakara:151,Aliİmran:164) Yani peygamberler sadece mesajı iletmek üzere gönderilmiş ve kurgulanmış olağan üstü robot vari varlıklar değildir, onlar biyolojik ve fiziki yapısı itibariyle tamamen bir insandır,tarih boyu onların olağan bir beşer olması insanların dikkatini çekmiş gerek inananlar gerekse de inanmayanlar onlarda olağan dışı özellikler aramıştır.(Bkz:İsra:94) Kuran ise onların kendilerine vahy edilmesi dışında birer beşer olduğunu(Bkz:İbrahim:11) ve zaten insanların onları taklit ve örnek edinebilmesi için bunun şart olduğunu belirtmekte ve onlarda olağan dışı özellikler arayanların davranışlarının yanlışlığına dikkat çekmektedir.(Bkz:İsra95) Çünkü Allah insana gücünün üstünde bir teklif sunmamakta(Bkz:Bakara:286) ve bu teklife aracı(elçi) ve numune kıldığı peygamberleri de onun kendi cinsinden göndermektedir.Bu husus imanın ikinci rüknü olan Peygamberlere iman ilkesinin tarih boyunca insanlar tarafından sağlıklı anlaşılması hususunda kırılma noktası olmuştur.İnanmayanlar, ‘bize yanında hazineler bulunan, kendisine olağan dışı özellikler verilen mucizelerle desteklenen bir melek gönderilmeliydi,bu gönderilen kişiler de bizim gibi yiyen, içen, çarşıda dolaşan, acıkan hatta bazıları fakir ve kendilerince toplumun alt katmanlarından kişiler bu özelliklere sahip birisi nasıl Allah la iletişim kurabilir.’Bu vazife ille de verilecekse bizden birisine verilseydi.’(Bkz:Zuhruf:31) dediler.(Bkz:Muminün:33-38,Furkan:7-8,21) İnanmayanlar benzer isteklerle ve gerekçelerle peygamberlere ve peygamberlik müessesesine karşı çıkmışlardır.Sünnetullah(Allah’ın sosyal yasaları) gereği peygamberlerden mucize isteyenlere Allah inanmamaları durumunda helak la cezalandırmak neticesini doğuran bir takım Kevni(genel tabiat kanunları) kanunlara aykırı olaylar göstermiştir ki bunlar asla peygamberden kaynaklanmaz.(Bkz:İsra:90-96) İnanmayanlar genelde bu gösterilen harikuladelikleri inkar ve alayla karşılamış ve peygamberin şahsından zannederek sihir ve büyü diyerek reddetmişlerdir.(İsra:59,101Araf:146,132) Kavramsal olarak Mucize; aciz bırakan anlamında olup meydan okuma ifade eder. Kafirlere karşı aciz bırakıcı delil niteliğindeki olaylara mucize denilirken(Mucizenin oluşumunda talep eden ve meydan okuyan iki taraf vardır ve bir iddialaşma söz konusudur) daha sonra meydan okuma söz konusu olmadan görülen İnayete(İlahi yardım ve destek) de mucize tanımı çerçevesinde bakılmıştır.oysa İnayet Kevni(Tabiat yasaları) kanunlara aykırı olmasına rağmen meydan okuma gerekçesiyle gerçekleşmediğinden mucize değildir..bu İnayetlere İkram ve yardım anlamında Keramet denilir.Keramette; Mucize gibi Allah tarafından meydana getirilir ve Peygamberin bu olayda bir dahli ve gücü söz konusu değildir.(Bkz:Mümin:78,Rad.:38) (Allah peygamberler dışında bir takım kullarına da çeşitli ikramlarda bulunur) Daha sonraki dönemlerde kavramsal zemininden kaydırılan bir çok kavram gibi İnayet(Keramet) ve Mucize kavramı bir birine karıştırılmış ve belli çabalarla elde edilen ve sahip olmak için iman dahi gerekmeyen marifetlerle bu kavramlar aynı zannedilmeye başlanmıştır. Şiş saplama,para psikoloji, ateş üzerinde yürüme,uzun süre aç ve uykusuz durabilme v.s gibi aslında insanın belli eğitimlerle elde edebilmesi mümkün olan imanla ve dinle hiçbir ilgisi olmayan Budist rahiplerin ve Hint fakirlerinin ve illizjonistlerin değişik versiyonlarını yapabildikleri hususları Kurandaki Keramet ve Mucizeyle aynı sayma ve cebinden çıkarır gibi Keramet serdetme ve bunların Evliyaya(Allah dostu:Kuranda bu kavram müminlerle ilgili kullanılırken Mutasavvıflar bunu özel bir sınıf hakkında kullanır) mahsus ayrıcalıklar ve faziletler olduğunu zannetme yanılgısı devam edip gitmektedir. Özellikle felsefi Tasavvufla başlayan bu süreç daha sonra asli kaynaklarla da desteklenerek içinden çıkılmaz bir hal almış ve mitolojik şahsiyetlerin uçma kaçma hikayelerine çevrilmiştir.Daha önceki bir yazımızda belirttiğimiz Peygamberimizle ilgili onun tek mucizesi Kurandır sözü bu çerçevede anlaşılmalıdır. Bunu söylediğimizde insanlar bize şu soruları yöneltti peki peygamberin yaşadığı Kuranda da örnekleri bulunan olağan dışı olaylara cevabınız nedir.? Bu kişilerin sorduğu sorular, meydan okuma ve aciz bırakma anlamındaki Mucizenin ıstılahı(kavramsal tanımı) ile yardım ve inayet anlamındaki Kerameti bir birine karıştırmaları sebebiyle aynı zannetmelerinden kaynaklanmaktadır.Örneğin Bedirde Allah’ın meleklerle inananlara yardım etmesi(Bkz:123-124) ,Uhut’ta yenilgiden kaynaklanan ümitsizlik ve hüzünden sonra onlara bir sükunet bahşetmesi(Bkz:Aliİmran:154) tanım olarak Mucize değil İnayet(Keramet) kapsamında düşünülmelidir. çünkü bu olaylarda bir meydan okuma değil müminlere kendi güçleri dışında yardım vardır.Kuranın kendisi ise bir belağat ve fesahat abidesi olarak edebiyat ve şiirle uğraşan Arap toplumuna meydan okumakta ve bu kelamın bir benzerini meydana getirmeyi kendilerine teklif etmektedir.(Bkz:Bakara:23-24) İşte bu Kuranın onları aciz bırakması ve meydan okuması Mucize tanımına girer,bunun dışındaki kıyamete kadar devam eden mucize İslam’ın kendisini kabul edenlere sunduğu dünya ve ahiret huzurudur bu mecazi manada bir Mucizedir.Yukarıda bahsettiğimiz İnayet kapsamındaki benzer olaylar değerlendirildiğinde hep bahsettiğimiz çerçevede gerçekleştikleri görülecektir.Ama Keramet menkıbelerini iman ve inanç biçimi haline getirmiş kimselerin bu söylediklerimizi anlaması oldukça zordur.Maalesef seleften sonra özellikle Felsefi Tasavvufla(bununla züht ve takva hayatını ilke edinenleri kastetmiyoruz) ümmetin peygamber ve alim telakkisi de değişmiştir. Bu düşünce sahiplerinin mantığı peygamber ve ümmet yarıştırma mantığıdır onlar şöyle demektedir ‘ Musa(a.s) asa ile denizi yarıyor, yılanı ejderha yapıyor,İsa(a.s) ölüyü diriltiyor, dilsizi konuşturuyor, körün gözünü açıyor, Süleyman(a.s) cinlere hükmediyor v.s ve onların etrafındaki müminlerde olağan üstü haller varda alemlere rahmet olarak gönderilen peygamberimizde niçin olmasın bizim peygamberimiz ve alimlerimiz onlardan daha mı? düşük.’(Kurandan başka mucize arayanlara Kuranın cevabı.Bkz:Ankebut:50-51) İşte bu kıskançlıkla ve bu tip Allah’ın yardım ve inayetlerini ve de o ümmetlerin inkarcılarının önce ısrarla istediği fakat Allah onların meydan okumalarına cevap verdiği halde inanmamalarıyla sonuçlanan(Bakz:Aliİmran:183) ve helaklerine yol açan mucizeleri sanki bir üstünlük vesilesiymiş zannetmelerinden dolayı peygamberimize de yakıştırmaya kalktılar neticede ümmetin dünyasında bir sürü hurafe ve çelişki oluşturdular.Sonunda Üsvey-i Hasene (Taklit ve Takip edilecek en iyi model) olan peygamber(Bkz:Ahzap:21) gitti onun yerine taklit edilmesi mümkün olmayan her işini Allah’ın verdiği olağan üstü güçle yapan ve bir kulun uyması mümkün olmayan meleksi ve mitolojik bir varlık peygamber olarak telakki edildi. peygamber bu haliyle yalnız kalmasın diye üretilen İnsani Kamil(Felsefi tasavvufla giren bir kavram olup mükemmel, günahsız insan manası içeriyor) kavramı ve kerametleriyle peygamberlerinin arkasından giden ümmet bireyleri türetildi.Bu İnsan kavramına Allah’ın yüklediği değer ve anlamın anlaşılamayışı ve yanlış anlaşılmasıyla alakalıdır.Kuranda belirtildiği üzere varlıkların en üstünü(Ehsen-i Takvim) ve mükemmeli olan insan Allah’ın Halifeliği gibi bir makama laik görülmüşken(Bkz:Enam:165) ve Allah insana kendi ruhundan üflemişken(Bkz:Hicr:9) bu düşünce sahipleri onu Hint,İran,Yunan felsefesi ve muharref kitapların oluşturduğu olumsuz ve hurafe kültürle eksik, günahkar addetmişler ve bu Allah tarafından kendisine değer verilen varlığın değerini yok etmeye çalışmışlardır. Felsefi Tasavvufun İslam dünyasında hakim kültür haline gelmesiyle bunu başardıkları da söylenebilir.Yani şunu demek istiyoruz ki insan olmak ve insani özelliklere sahip olmak öyle zannedildiği gibi hafife alınacak bir husus olamadığı gibi bilakis çok şerefli bir meziyettir,melek olmak ise bundan daha aşağı(derece bakımından) bir durumdur.Çünkü Allah bütün mahlukata olduğu gibi meleklere de insana secde etmesini emretmiştir.(Bkz:Bakara:34) bu Allah’ın insana biçtiği değeri ortaya koymaktadır. onun için Allah peygamberlerini bu yüce vasıfla yaratmıştır ona tabi olanlardan da melek olmalarını değil insan olmalarını beklemektedir.Tarihi süreç içerisinde insanların peygamberlere karşı oluşan yaklaşımlarını şu üç mantık çerçevesinde ifade etmek mümkün olacaktır.Peygamberleri Allah’ın elçileri olarak telakki edip onlara uyanlar,bu kimselere Kuran ortak bir isim olarak Müslüman diyor.(Bkz:Hac:78) Bu kimseler tarih boyunca peygamberleri uyulacak ve itaat edilecek Allah’ın örnek ve seçilmiş kulları olarak telakki etmişler ve yaşantı olarak onların yolundan gitmeye gayret etmişlerdir hiçbir Müslüman onları aracı ve Allah’ın bir parçası yahut yer yüzündeki yansıması olarak telakki etmemiş ve beşer üstü varlıklar olarak algılamamıştır. bu telakki sahiplerinin peygamberlere karşı misyonu onlara(peygamberlere) Ensar(yardımcı) olanlardır.(Bkz:Saf:14) İkinci sınıf ise değişik gerekçelerle peygamberleri inkar eden, onları insan olmaları,seçkin bir sınıftan(Mele ve Mütref) olmamaları, kendi milletlerinden yahut kabilelerinden olmamaları, kendi geleneksel dinlerini(Bkz:Sad:4-5) (Kuran buna atalar dini demektedir) reddetmeleri(Bkz:Bakara:170) ,çoğunluklada toplumun ileri gelenlerinin(Mel’e ve Mütref,Tağut) (Bkz:Araf:75-76,Hüd:27) iktidarıyla peygamberlerin getirdiği öğretinin(Tevhit) çatışması ve kulları kul ve köle edinenlerin sömürdüklerinin ellerinden çıkıp sadece Allah’a kul olmasını kabul edememelerinden kaynaklanmaktadır.(Bkz:Fatır:42-43) Üçüncü ve yaygın olan sınıf ise peygamberleri kabul etmekle birlikte onlara dinin öğretilerine ve Tevhidin gereğine göre değil de kendi yanlış(zan) ve hurafe (Türedi) bilgi ve kültürlerine uygun bir tanım ve misyon yüklemelerinden kaynaklanan inanç biçimidir.(Bkz:Furkan:43) Bunlar yukarıda da ifade ettiğimiz üzere peygamberleri mitleştirip ve soyut efsaneler haline getirip hayatın dışına çıkaran ve dini felsefeleştiren kimselerdir,peygamberlerin öğretilerini tahrif edenlerde bunlardır kendi kültür ve anlayışları doğrultusunda kutsal kitapları yorumlayan bu kimseler dindeki sapmalara sebebiyet vermişler ve dini toplumdan buharlaştırmışlardır.İnsani vasıflara sahip bir peygamberi akıllarına yediremeyen bu kimseler peygamberleri melek ve yarı ilah varlıklar haline getirmekte buna da referans olarak dini metinlerdeki Müteşabih(Benzeşik) ayetleri dayanak yapmaktadırlar(Bkz:Aliİmran:7) güya peygamberleri ululamayı niyet edinen bu kimseler aynı sapkınlığı Salih ve alim kimseler noktasında da yapmaktadırlar. Hıristiyanların İsa’ya Yahudilerin ise Uzeyr’e Allah’ın oğlu deme sapkınlığı bu yanlış(Şirk) mantıktan kaynaklanmaktadır.(Bkz:Tevbe:30-31) Aynı anlayış Nuh’un kavminin daha önce yaşamış ve aslında Salih kimseler olan şahısları aracı (Şefaatçi) putlar haline getirmelerine sebebiyet verdiği gibi(Bkz:Nuh:21-24) benzer mantık Arap toplumunda daha önce yaşamış dört Salih şahsiyetin Allah’ın ortakları(Şefaatçi) şeklinde kendini göstermesi şeklinde ortaya çıkmaktadır.(Bkz:Necm:15-23) insan tabiatı tarih içerisinde gerek inanç ve gerek inançsızlık gerekse de salim ve batıl inanç olarak benzeşmekte ve kendini tekrarlayıp durmaktadır.(Bkz:Bakara:118) Yani müşriklerin ve tevhit ehlinin devir değişse de mantık biçimleri değişmemektedir. herkes kendi aslına benzemektedir. Hz.Peygamberin ümmeti de ona tabi olmak bakımından şu üç karakteri taşımaktadır(kıyamete değin gelecek bütün insanlar inanan ve inanmayan olarak onun ümmetidir yani tebliğine muhataptır): Birincisi onu,Üsvey-i Hasene görenlerdir.Bunlar onun sahabeleri(ona yakın olan ve doğru inanan yakın arkadaşları) ki bu sahabeler onun bir beşer ve kendisine vahiy edilen bir insan olduğunu biliyor, ona getirdiği vahiy çerçevesinde tabi oluyor peygamberin insan olmasından kaynaklanan durumlarda ise onunla istişare ediyor bazen ona itiraz dahi edebiliyorlardı.örneğin Uhut savaşının yapılacağı yeri peygambere rağmen sahabenin gençleri çoğunlukla istendiği için burası seçilmiştir yoksa peygamberimiz savaşı Medine de savunma savaşı olarak düşünmekte idi. Hiçbir Sahabe peygamberi Allah’ın yer yüzündeki gölgesi yahut aracısı olarak görmüyor idi.Sahabe onu en güzel örnek ve en yetkin öğretmen olarak telakki etmiş peygamber mantığını bu çerçeve üzerine oturtmuştur nas(vahiy) olan konularda ona uyuyorlar olamayan konularda ise onunla istişare ediyorlar,bu istişarelerde her zaman peygamberin fikri kabul görmüyor olabiliyor ve kimse bunu peygambere itaatsizlik ve imansızlık olarak görmüyor idi.peygamber ve ashabı Kuranı beraber öğreniyor ve hükümlerinin hakim olması için beraber mücadele ediyor idi.onları yaşantısı oldukça sade ve gerçekçi idi hiç biri mitolojik, uçan, kaçan,garip ve doğa üstü varlıklar olmadıkları gibi yaşantıları da oldukça rasyoneldir.(sebep sonuç ve doğallık içerisinde devam etmektedir) Samimi olduklarında savaşı ve mücadeleyi kazanıyor(Bedir savaşı) ,zafiyet gösterdiklerinde ise yenilgiye uğruyorlardı (Uhut ve Huneyn savaşı) ,hata edebiliyor(Bkz:Tevbe:25) günah işleyebiliyor. ama gaflete düştüklerinde çokça tövbe edip hemen toparlanıyorlardı.Yani birilerinin zannettiği gibi onların ismet sıfatı yoktu. bir biriyle yardımlaşıyor,adalet,kardeşlik, paylaşım,sadakat, doğruluk,güzel ahlak,doğru muamele, istişare onların görünen ve gerçek yaşantı düsturları idi.bu duygular toplumlarında azalınca da bir biriyle savaşabiliyorlardı.bütün bunlar insani ve doğal şeylerdi ve zaten onlar doğa üstü varlıklar değildi.Allah’ta onlardan insan ve kul olmalarını istiyordu melek yahut mitolojik kahramanlar değil.Bu nesli Tabiin,Tebe-i Tabiun ve müçtehit alimler dönemi yani Selefi Salihin (Kuran ve Sünneti ilke edinenler) takip etti bir takım olumsuzluklara rağmen peygamber telakkisi bu dönemde de değişmedi,fakat uydurma hadisler ve İslam’a yeni giren toplumların kültürlerini İslam’ a taşımaları bozulmanın da işaretlerini verdi. İkinci gurup ve dönem ise Seleften sonra başlayan saltanatında beslediği felsefe ve mitolojinin İslam dünyasına girmesi ve özellikle Hint,İran,Yunan ve Türk kültürü ile giren bazı unsurların İşraki felsefe ile sistematik hal aldığı ve mistik yapılanma ile doruğa ulaştığı Felsefi Tasavvuf telakkisi sürecidir..(Sühreverdi,İbni Arabi ve Mevlana bunun en önemli öncüleridir bu şahıslar çok renkli ve karma(değişik felsefe ve inançlardan devşirme) bir batini İslam anlayışına sahiptir) bu anlayış şekilcilik ve taklitçilik üzerine bina edilmiştir.Peygamber örnek insan olmaktan ve tevhidi hakim kılma çabasından sıyrılmış münzevi(felsefi ve ruhani) bir hayatın yarı melek temsilcisi haline getirilmiştir,artık ona itaat onun davasını yer yüzünde hakim kılmaktan çıkarılmış siyasetten uzak münzevi hayat ve güzel ahlak ilkelerine indirgenmiştir,Saltanat artık hak ve adalet savaşçıları değil kendisine sorun çıkarmayacak uysal vatandaşlar üretmeyi istemektedir.onun için peygamber ve örnek şahsiyetler yeniden tanımlanmıştır. Sünnet sarık, sakal, cübbe, bol namaz, nafile oruç,tespih, yemeğe tuzla başlama v.s gibi basit ve şekilcilik düzeyine indirgenmiş ve Allah’ın kainattaki muradı(Bkz:Araf:29,Enbiya:105) (müminleri yer yüzüne varis kılmak) unutturulmuştur.Maalesef bu şekilde bizim peygamber telakkimiz de daha öncekilerinkine benzemiş ve peygamber buharlaştırılmıştır.Üçüncü sınıf kültür ise tamamen bilgiden yoksun kulaktan duyma söylenti ve zanlarıyla Peygamberi ve peygamberliği algılayan sınıftır ki,bu inanca ikinci sınıfın olumsuzluklarının yanında bidat,hurafe ve şirk bulaşmıştır.Bunların içinde peygamberi postacı mesafesinde görenlerden tutun da ona her türlü mitolojik yakıştırmayı anlayış edinenler mevcuttur.Bu saydıklarımız kendini İslam’a mensup sayanların telakkisidir.bunun dışında gerek Müslümanların yanlış temsilinden gerek,bilgisizlikten gerekse de tarih boyu peygambere düşmanlığı alışkanlık haline getiren çağdaş emperyalistlerden dolayı şu an dünyada var olan peygamber karşıtlığı ve anti propagandasıdır.İslam’ın yeniden yükselen değer haline gelmesi ve özünde var olan emperyalist güçler ve onların yerli işbirlikçilerine karşı aksiyoner misyonunun fark edilmesi şeytan ve dostlarına peygambere saldırma onu insanların gözünde kötü ve farklı gösterme dürtüsünü yeniden uyandırmıştır.Bu bağlamda hem görsel hem de yazılı basın kullanılmakta her türlü çirkinlik ve şirretlik sergilenmektedir.Peygamberimizin risaletle görevlendirildiği yıllarda da aynı olaylar sergilenmiş(Bkz:Furkan:4) fakat ters tepmiştir. Fakat şu anda küfredenler açısından şartlar aynı değildir çünkü o gün hem peygamber kendini doğru bir şekilde ifade edebiliyor hem de o günkü müminler peygamberlerinin misyonunu doğru taşıyabiliyorlar idi. Bu gün ise Müslümanlar bu şuurdan ve bilgiden yoksundur. Peygambere sahip çıkmayı kuru gürültü ve protesto mitingi ve birkaç hamasi nutuktan ibaret görerek ona sahip çıkılamayacağı gibi oturup binlerce defa salavat getirip mevlit ve naat okutarak ta bu gerçekleşmez.bunun yolu peygamberin getirdiği mesajı ilk dönem nesli gibi hayat rehberi telakki ederek evvela onu evrensel düzeyde bilgi düzeyine taşımak ve yaşanmasını kendi nefsinden başlayarak misyon haline getirmektir.yoksa bilgisiz ve düzeysiz sevgi hamasetten öteye gitmez.
Sonuç olarak şunu diyebiliriz ki,peygamberlik misyonu doğru bir şekilde yeniden Kuran ve Sünnet bağlamında kavramsal zemininde doğru algılanmalıdır.çünkü bu misyon sahih imanın da ana gereğidir.
YUSUF AYGÜN/ İLAHİYATÇI
[email protected]
..

Devamını Oku
Özer Çoban

Nasıl gelmiştim bu yaşa,ömrüm nasıl bu denli akıp gitmişti anlayamadım.Kendimi farkettiğim zaman dertler denizinin tam ortasındaydım.Etrafımı saran köpek balıkları ben çırpındıkça bir parçamı koparıp alıyorlardı.Çevremde sesimi duyuracağım ne bir gemi,ne de bir kara parçası vardı.Farklı olan tek şey,ben çırpınıp hayata tutunmak istediğimde bir parçamın benden koparılmasıydı.Duygularımdı yiyip bitirilen,güvenimdi koparılıp yiyilen,yaşama sevincimdi benden alıp götürülen,hayallerimdi dalgalar vurdukça sağdan sola savrulan.Sonra sen çıktın karşıma,kasıp kavuran,beni o kimsesizlikten kurtaran.Elimden tutup gönlünün sandalında bana yer açan,karanlık gökyüzümü aydınlatan,gecelerime ışık saçan,beni hayata bağlayan.Bir ada bulduk.Issız,sessiz,sakin ve temiz duyguların olduğu bir ada.Yuva kurduk kendimize.Agaç dallarından ördük duvarlarımızı,yapraklarla kapattık çatımızı.Mutluyduk.Bilmiyorduk bu adada yaşamanın şartlarını,dostumuzu,düşmanımızı,bizi neyin beklediğini bilmiyorduk.Günden güne açlık vurdu darbesini.Peşinden onu takip eden ise susuzluk oldu.Bir inanç vardı elimizde,birgün bir gemi gelicekti bizi bu ıssızlıktan kurtarmaya.Tam ada şartlarına alışmışken,karnımızı doyurup,susuzluğumuza çare bulduğumuz zamanda çıka geldi bu gemi.Tekrar dünyamıza geri dönmüştük.Geçen zamanla beraber anladık ki,bu dünya yerini yalancı,sahtekar,sırf çıkarları için birbirini kandıran insanlarla dolmuştu.Farkettik ki,o adadaki açlıkta güzeldi susuzlukta.Umarım yapraklarımızda sağlamdır dallarımızda,yoksa sanada yazık olacak bana da.
..

Devamını Oku
Bayram Kaya

Halkın egemenliği izafe söylemi; bir bigi işi ve bir seçme işi ile yetkilenmedir. Halk ile toplumun en büyük ayırt edici özelliklerinden biride, toplumun sistem oluşudur. Yani ağ örgü ilişkilemesi ile sistem zorunlu bağıntı kurar ve birimleri ile sürekli haberleşirler. Hâlbuki halk sistem değildir. Sistemlerin, başlangıç koşullarına sıkı sıkı bağlı oluşu, diğer entegre birime çıktı olarak verilir. Biz sistemin başlangıç koşullarına sıkı sıkı bağlı oluşunu ve sistemin geri denetlenebilirlik ilkelerini görmezden gelir de; “”halkız istediğimizi yaparız, son sözü biz söyleriz”” gibi yuvarlamalarla işe girişir isek, ancak zavallılığımızı anlarız.

Oysa istek ve dileklerimiz sistem girdisinin içinde olmalıdır. Örneğin Ay'a gitme bilgi ve teknolojisini, biz sistem olarak ilişkileyememiş isek. Halk olarak bunu; Ay'a gitmeyi ister oluşunuz, hiç bile egemenlik sağlar beceriniz değildir. Ya da biz sistemi, sosyalist mülkiyet anlayışı ile ilişkileyip akışa sunmadı isek, yani başlangıç koşullarında böyle bir veri yoksa “”biz halkız, eşitçe bölüşüm istiyoruz”” diye bir egemenlik sağlayamazsınız. Yani halk olarak egemenliğiniz ve seçme işiniz, toplumu ve sistemi bilmekle, sistemin işleyişinde bulunan belirleyicilere uygun dileyiş ve ürettirişlerle gerçekleşecektir. Değilse keyfi oluşla inançsal tutumlarla asla egemenlik sağlayamayız, sefaletten ve zavallılıktan başka.

Siz toplumun kurum ve kurallar egemenliğini göz önüne almadan, halk egemenliğini öne süremezsiniz. Ve aynı şekilde de, halkın egemenliğini göz önüne almadan, toplum ittifak egemenliğini sağlayamazsınız. Toplum ittifakını halka öğretilmelidir. Halk bu ittifaka göre yasalarla sorumlu olmalı ki öyledir. Temelde belirleyici olan toplumdur, halkın egemenliği bu belirimlerin açık ve saydam oluşuna, halkın kendisinin müdrik olmasıdır.

Daha açığı şudur; halkın ve toplumun egemenliği; yasal belirlenmiş yapılır ve yapılamaz olanların, nasıl yapılır ve yapılamaz olduğunun gerçeklenmesini açık seçik bilmesidir. Eş deyişle haber ve bilgi almasıdır. Şekli legallikten ve hileli açık oluşları önlemektir. Şimdilerin gelişmemişlik paradoksu hileli legalice üzerine, düzmece ve verimsiz nicelenme uygulamasıdır.
..

Devamını Oku
Bayram Kaya

Sayın Mükrime Hanım 3

Baştan beri savunduğum, kavram kargaşası ve ön yargılı tutumlar, eleştiri olmanın ötesinde yer tutuyor. Bir konu, ya kendi özeli ile kendi içinde tartışılır. Ya da, en genel düşünce bilim denen, bilimsellik içerikli ulamlarla ortaya konur. Benim tutunduğum ilke ikinci yol olduğu halde, sanki özel tanımlı inanç kavramından referans almışımda, güya bu dünyanın seyri gelişmelerinden habersizmişim gibi bir bahisle, yanıt olmayıp, yanıt küçümserliği havası ile kaç kitap okuduğum sormaktasınız? Şimdi bu eleştiri mi?

Şimdi ben, her hangi bir inancın anlayışı ile inanç tanımı ile ortaya çıksam, diyelim ki islam inancı ile düşüncelerimi yazsaydım. Bu tanımla, açıkladığım konu durumlarda; seyir ve gelişme açısından, gideceğim Hiçbir yer yoktur. Kendi inandıklarımla, kendimi doğrulayan dayanaklar yapıp, kendimi haklı ve doğru kılardım. Ve de bu inancın haricindeki inançları, yani Hıristiyanlığı, Yahudiliği, Hinduizm’i vs.yi; yok ve batıl saymaktan başka gidecek bir yol yoktur! Bu da benim, at gözlüğü takışım olacaktı. Bu yaklaşımın tümü, yanlı bir sübjektiflik ve öznellik içerir olacaktı.

İşte buyurun: Eleştirmen diyor ki; “İnsanların İslam fıtratı üzerine doğduklarını beyan eden bir dini sadece kişisel boyutta değerlendirmenizi de doğru bulmuyorum. İslam, sadece kişinin kendi içinde yaşanan ve orada olgunluğa ulaşan bir şey değildir. Çünkü İslam, kişiye yönelik emirler getirdiği gibi toplumsal yapıyı kuşatıcı düzenlemeler de getirmiştir. “”! “” insanlar islam fıtratı üzerine yaratılmış”” diyor.
..

Devamını Oku
Bayram Kaya

4İnançların etkisine değin olan, sosyolojik sihirli ilkeleri; halkın, istenildiği zamanda dönüştürülme işini, daima başarmıştır. Halkın demode olmuş, işleyişini, ya da anlayışını; inançsal kutsal sembolik tutumlarla seremonice etmeyi ve bunun halkın dönüştürülmesindeki mucizevi paylarını keşfetmeyi, bu değerli akiller çok çok iyi bilmiştirler.

Yani inançsal ilke; ‘o gelişmeyi, eski halkçı uygulamaları ritüelleştiren bir ayine çevirip, kutsal, tabu sal, bayram ilişkileri’ üzerinde, meşruti bir anlayış tutum olaraktan, dönüştürmüştürler. Böyle böyle eski ilişkiler toplum dışına atılmıştır. Hem de, demode olan ve halkın alıştığı ‘sosyal soyut çevre’, toplumda sanki sürüyormuş gibisine, ayin ritüelleri ve bayram şölenleri olan sembolizmleri ile sürdürülüyordu. Yani değişen sosyal yapının travma tedavisini toplum inançlarla, yapıyordu. Bunu ne büyük buluş ve sezgi olduğu noktası da buradadır.
Bu yeni eksen halkı memnun ediyordu. Bu demode olan süreçler, artık tabu-rit ilişkiler boyutuyla sürdürülerekten ancak toplum uygulamasından kaldırılabilmişti. Ama olsundu. Hiç değilse inanç olaraktan, yaşıyor ve yaşatılıyordu. Halkın bu inançları, eski toplumsal ilişkiler yumağını anlar olmamız için, bize adeta kendi çözümlenir ligini içinde taşıyan formüller gibi oldular. İlk çağlardan bu yana, yasa koyucu olan inançsal saygın kimlikler, bu metodu çok iyi başarırlardı. Halk etkisinin baskı olaraktan hâkim olduğu toplumlardaki yönetimler, bu türden çözümlere, oldukça açık ve yatkındılar.

Bu yöntem, toplumun başlangıcından günümüze değin, toplumların nesnel yasallığı gibi uygulana gelen bir sosyal öznellik, ola gelmiştir. Günümüzde bile, toplumun çoğu yasaları, çoğu halktan kişilere; dinsel mantığın aktarımları ile anlaşılır yapılmaktadır. Ki bu da, bir çeşit halkın seviyesine iniştir zaten.

..

Devamını Oku
Ahmet Bektaş

İlim Bilim Hurafeciliği

İlim soyut, bilim somut; ikisi de hurafeleri destek amaçlı kullanılabilir!

İspatı olmayan bilgiler üzerinden hurafe destekçiliği yapılabilir!

Bir sistem ve zeka ürünü olan bir şey, bu evrenin kendisi de olabilir.
..

Devamını Oku
Bayram Kaya

Bir toplumun elbet yazar ve okurları vardır. Ancak, o toplumun yazarlarında ve okurlarında bulunan belli bir asgari paradoksları da, vardır. Bu paradoks okunmuş olana vukufiyet sizliğin düşüklüğüdür. Yazılan konuyu anlamaktan çok, sizin kodlarınıza hitap edip etmediği bağlamında o yazıyı ele alıp eleştirir ya da över olma şanssızlığıdır bu. Bu paradoks ne kadar yaygınsa, bilmezlik de, o kadar diz boyudur.

Elbette bu türcü duyarlılık sığlığı içinde olan kimi okurlar, aynı sığlıkla yazıp ya da eleştiri yapar olacaktırlar! Her söyleneni kendi ezber inançsal değer kodlarının skalasına vurup, bunu kabul ya da reddedeceklerdir. İnsanın bir öğrenmeyi önceki algı skalasına vurması kadar, tabii bir şey yoktur. Ne var ki, insanın farklı olanı da öğrenmek gibi, okunan bir konu alanını anlamak gibi ve bu alandaki ölçebilirlik skala sandansını artırmak gibi bir gereksinimin içinde de, olması gereklidir. Bu tür bir gerekliliğin bir aydın işi olduğu anımsanmalıdır. Ve aydınlanmanın insani oluşumuzla, toplumsal bir yurttaş oluşumuzla, beraber kavranan, bir sorunsalımızın olduğu da, unutulmamalıdır.

Bu konuların bilinirlik ilgiselliği, bilimsel alanda, bilim felsefesinde, çağdaş düşüncede ve düşünce tarihi boyutunda olduğu gibi inançlar alanında da daha çok olmaktadır. Genel yaygınlık bağlamında bilimsellik, insanların pek biçimlendiği bir tutum değildir. Ama inanç olgusu, her değerdeki insanın az çok aşina olduğu, en büyük paylaşılan, üzerinde şöyle böyle olumlaşması gerçeklenebilir bir ortak paydadır. Onun için ben de örnekleri bu ortak sosyal kültür alan değeri içerisinde, seçeyim.

İnançlar üyelerine (inanırlarına-müminlerine) kendi algısını dayattığı zaman, kargadan başka kuş tanımama takıntısı ile pek çok üye, bu özeldeki bilmelerini saltık sayıp, bu alandaki diğer inançlara ilişkin ön yargılı bilmezliklerinden ötürü, dışarıya paranoya ihraç edebilmektedirler. Söz gelimi siz bir özel inanç belirtmediğiniz halde; genel manada zekât, sadaka, din için savaştan (cihattan) bahsettiğinizde dahi insanlar, hep kendi inançlarını, anlarlar! Ya da bir bilmez oluşun bilgiçliği ile kişiler konuyu; kendilerinin tek ve yarım yamalak bilebildikleri bu kendi inanç alanlarının olguları üzerine, çekmek isterler.
..

Devamını Oku
Suat Güney

İncedir näziktir hayat çizgisi,
Ona özen ona düzen gerek.
Yücedir engindir hakkın dergahı,
Ona inanç ona iman gerek.

Sakın ha kırmayasın gönülleri,
Ona saygı ona sevgi gerek.
..

Devamını Oku
Yılmaz Aybar

Ağzı açık ayran budalalığı gibi
Bir de ağzı açık inanç budalalığı var ülkemizde.
Bu ikinciler millî içkimizin rakı değil,
Ayran olmasını istiyor,
Binde bir bir bardak rakı içenleri bile
Alkolik ve inançsız sayıyorlar.
Ama gelin görün ki
..

Devamını Oku