''Para satın almak için gereklidir. Sahip olmak içinse, inanç...''
Attila Şanbay
..
Sıcak gecenin ortasında sahibine bir mektup girişi düşünüyorum. Kafamdan neler geçiyor, neler. Zamanı nasıl yazmalıyım bilmiyorum. Bir günü daha ekledim ardıma, yeni bir günün başlangıcından ilk saatleri aldım şimdi. Bunaltılı iç dünyama bunaltan nemli havayı da ekleyince gece cehennem. Düşünüyorum nasıl geçti dünüm, nasıl girerim sensiz hafta sonuna. Sıradan ama sıkıntılı bir iş yorgunluğunu bıraktım geride. Uzun uzun dinlediğim hayattan biraz can acısı aldım. Profesyonelim ya bunu sadece kendi süreçlerimde yaşadım. Serin bir yer ve içimdeki sözlere dahil olacak bir dost aradım sonra. Ama önce kendimle kaldım. Sana dair bir albüm aldım, bir iki kitap ekledim yanına, geçen zamanda inancıma inanç katmak adına.
Bildiğin yerlerde, bildiğin dostlardan biriyle bir filme bıraktım kendimi gün bitiminde. Duygusal ve geri çekilmiş halime iyi gelen sohbetten sonra izlediklerim karşısında yine sana çıkan yollarda kaldım. Bir iki damla yaş aktı gözlerimden, hüzünlendim. Zaman dedim, şöyle bir silkelenip kendime gelerek. Belki sadece filmlerde var sevdalı kavuşma sahnelerinin olduğu sonlar. Buna rağmen gerçeği yitirmeden bir hayale inanmanın kime ne zararı var. Üstelik o hayal aslında en gerçek olansa hayatımızda.
Bak dinle, aldığım albümün bize adadığım şarkısını söylüyorum gecede. Şu kısa gelen ömrümde bir seni sevdim diyorum ben de sözlere eşlik eden sesimle. Gerçeğimi sorguluyorum aslında son günlerde. Gitmeye yeltendiğim, belki de hani herkesin mantığına uyan ama bana uymayan biçimde başka sevdalar seçmeye çalıştım yüreğime. Olmadı. O sevda sandığım ötekiler de hep doğrumun sen olduğunu gösterdi bana. Yanlış yapmadığımı gördüm her seferinde. Yalnızlığım var biliyorum elimde. Ya zaman, sadece inanç sağlamsa çıkar bize. Güçlü durmak diyorum ya mesele, işte yaptığım her şey biraz daha güç katıyor senle özdeşleştirdiğim sevdalı yerime.
Biliyor musun sevdiğim, belki de en zor dönemlerini geçiriyorum dönüp baktığımda kendi başınalığıma dair süreçlerimin. İlk kez gerçekten zorlanıyorum. Üstelik dışardan bir şeyle bunu kapatmayı denediğimde yine içime döndürüyor beni. Senle yalnız kalıyorum orda. Hesap soruyorum biraz, kızgınlıklarımı azaltıyorum. Seni nasıl sevdiğimi düşünüyorum belki yazdığım her satırla, ya da bir başkasının sorununa iyi gelmek adına kurduğum her cümlede önce kendim duyuyorum. Şimdi arkamda bıraktığım zorlukları gözden geçirirken bile eminim seni sevdiğimden. Başıma gelen her şey güzel çünkü seninle.
..
İşin özü kısaca Rab kul hakkı yeme der,
Bir sinek dahi olsa merhameti emreder…
Merhamet, mahlûkata saygıyı gerektirir,
Saygı sevgi iledir inanç ile netleşir…
İnanç, doğruluk ile yürekten gelenlerdir,
..
İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ; VATAN BÖLME ÖZGÜRLÜĞÜ OLARAK ANLAŞILMASIN LÜTFEN! . DSP; BÜTÜNLÜK İÇİN VARDIR! . BEN; Kemal KABCIK! . ANTALYA ADRESİNDE BİRİ! .
..
Duygular nefsin elinde oyuncak olduğunda,
İnanç akıl işi, o halde ne arar inandığında.
..
Topluluk kavga eder ve topluluk dağılır. Topluluk yarın başka kişilerden oluşur. Ama toplum dağılmaz, her gün yeniden üretim yapar ve kurallı kurumsaldırlar. Çok farklı kavramdırlar. Toplum Ay'a gider ve bunun temelini üretir. Ama topluluk bunu asla başaramaz. Ne Ay'a gidebilir, ne bunun temelini üretir. Üstelikte toplumda bireyler vardır. Toplulukta kişiler vardır, inançları vardır. Toplulukta kişi-kişi ilişkisi varken, toplum da toplum-birey ilişkisi varlaştırması vardır. Toplulukta Ali yerine Veli, Suna, rastgeleliği olabilirken, toplumda Hüseyin'in yerine eğer Sevda doktor birey değilse, rast gele birey olamaz. Topluluktaki kişilerin, sevgileri, nefretleri, hoşgörüleri vs. sınırsız soyut düşünmeleri vardır. Bireyin de, bu öznellikleri vardır, ama birey; bunlardan çok bireylik kuralları ile toplumda vardır.
Değerli eleştirmen, sadece diyor ki,
Aforizma: “”Sosyal sözleşmelerin oluşumu muhitten merkeze veya merkezden muhite şekilde oluşur. “”
Buna kim ne diyebilir ki! Bunun içi dolmadan, bununla biz neyi açıklamış oluruz? İnanç ve toplumsal talep konusuna, şimdi bu bir cevap mı? Bu eleştiri mi? Tabiî ki değil, olsa olsa konuyu tamamlayan bir genelleme. Yine de teşekkürler...
..
Bizde tuhaf bir inanç var
Yarı kabul yarı red
Ne tam mümin nede kafir
Şeytanca bir inanç var
Bu çağın insanları
Bellemiş sınırları
..
Göğe ulaşan güller,güzelliği dokuyor.
İnanç dolu gönüller,zulme meydan okuyor.
..
Bilgi,teknik,fen,sanat; estetik,inanç,erdem
insan ancak var olur 'bütünlüğünde' her dem
..
Yaşamak an misali serin umudun güneşi altında,
kendine dönük içte bir huzur ve tükenmeyen inanç ile zamana baharı ç'almak gibi.
..
Acımasız ölüm korkusu karşısında
Kaybedince özgüvenci
Akılla inanç çelişkisi
İnsana bir bulaştı mı,
Çaresizlik,
Mutsuzluk,
bırakmaz insanı.
..
Ama halkı, inançsal bağlamlarıyla, duyguyla; bir anda çok büyük kalabalıklarla, meydanlarda toplamanızda pek mümkündür. Çünkü halkın temas kurulur tek osilasyon frekansı, inanç düşünmeli, inanç anlamalı mantıktır. İnanççı itaati, pasiflikler; inanırlarını pasif kıldıkları ihmallerine, gelecekte daha çok ve daha hızlı davranmalarını yük edindirirler. Aslında halk, pek pek bunu başına dert almayı da, istemeyecektir. Organize oldukları olayı, analizci bir çözüm yerine, olayın tez elden ört bas edilmesine yönelik bir hercümerç yaratılır.
Çünkü bu tür eylemler, kendisine bir maliyet getirecektir. Sonuçları ne şekil olursa olsun, bastırılmayan bir olay; halkın başına daha çok enerji, emek harcayarak uğraşacağı olaylar durumuna gelecektir. Halk bunu bildiği için, halk bu yüzden; “yılanın başı küçükken ezilmeli! ” diyerekten bunu şiddetle ve hırsla bastırır. Halk, bu gayretiyle gelecekteki daha çok enerji ve emek sarfı demek olan, düşünme ve karmaşıkça emek harcanmasını önlemeye yöneliktir. Halkın kendi bencil güvenini sağlamaya yönelik baskılamalar çekerliği için halk, çekey kalabalıkları oluşturmak zorundadırlar. Oysa toplumsal üretiş özgecildir.
Geçenlerde gazetede şöyle bir fotoğraf vardı: 4 Nisan 2009 Sözcü. Dünya'nın belli başlı kamuoyu yaratmış toplumlarından; Almanya, Yunanistan, Fransa, İngiltere, İrlanda vs. yerlerde 2009 dünya krizi için isyan boyutunda kamuoyu baskıları oluşturan mitinglerin farklı farklı resimleri vardı. Bunların yanına Türkiye’den de, İstanbul'luyurdum insanları konu edilerek konmuştu: “Türkiye balık tutuyordu! ”Bu fotoğraf, yukarıda beri söylenen gelen halk tutumunun, sonut bir kare resmidir.
Bu türden kayıtsızlık hayli düşündürücüdür. Bu tür durumlar karşısında, elbette ki anarşi de, hiç ama hiç gerekmiyor. Ancak bir demokratik hakkın kullanımı da böyle zamanda ortaya konmaz ise, ne zaman kendini açık eder? Diye de insan düşünmeden de edemiyor hani! Bunun böyle olmasındaki bir temel nedensel tespiti, kanımca gelenekten gelen, eskiye de itaat etmeci olan, özgün aitleştirme kültüründen, kaynaklanmaktadır.
..
Sizin halk içinde, kimse ile ilişkilenmeyen, gel geç serbest oluş olumsal tutumlarınız hak ve özgürlük değildir. Halkı halk yapan, halkın onsuz olamayacağı bir tutumlar argümanları tanımlayamazsınız. Oysa toplumu toplum yapan tutumlar vardır. Toplum onlarsız olmaz bunlardan birside özgürlükler ve haklardır. Halk içi serbestlikleriniz, giyinmeleriniz, oyunlar örtünmeniz, inançlarınız, ibadet yerinde oluşunuz, okumanız, okumamanız, Şopen'i sevmeniz Ya da sevmemeniz, oruçlu olmanız olmamanız gibi yığınlarca subjektifler, hak özgürlük deyip anlamalarınız, halkla simetrik ilişkilenmediği için, zarar ve yararı ortaya her an konamadığı sürece, nötr, ilgisiz, özendik moda tutumlar olup sürecektir. Bunlar, öznel sübjektiflikler olup topluma taşınmamalıdır. Üretim gerektirmesi ve dayanışması içermezdir.
Diyelim ki, her gün; bize göre göğe çıkmayı simgeleyen, muayyen Aralıkla, 20 kez direğe tırmanma tutumumuz veya inancımız, inanmamız var olsun. Biz ne kadar buna, bir hak ve özgürlüğümüzdür desek de, bu; asla bir hak ve özgürlük değildir. Özgürlüğün bir zorunluluklar alanındaki toplumsal emek olduğu, haklarımızın da yasalarla belirlenen karşılıklı yüküm, yasak Ya da yapabilirlikler alanı olduğudur. Topluma vergi vermek bir hak karşılığında da sizin yol talebiniz bir haktır. Oysa inanmalar toplumsal bir hak olmadığı gibi, yasalarla belirlenemezde. O sizden hak talep eder ama siz hak talep edemezsiniz. Bu da inançların toplumsal anlamda bir hak olmayıp, öznel soyut bir anlamadır. Halka ait alanın hakkıdır.
Ve o boyutlu, sembolik; göğe tırmandırır aracınız, toplumsal talep aldığımız her yere, mobilize olurlukla taşıyarak, gerçekleme direnci ve dramatikliğini, sırf inat oluşla kavram kargaşası yapmak akıllıca değildir. İşte bu gibi inanma eğilimli öznel itelerimizi de, topluma dayatamayız. Çünkü topluma göre normal tutum olmadığı açık. Normal olmayışı, toplumsal işleyiş ve üretimin yasallık unsuru olmadığı halde, toplumsal işleyişe katmak isteyiştir. Toplumları toplum yapan değer değildir. Yeri ve gerçekleşme alanı kişidir, kişi davranışı özel alanıdır.
Burada konunun öznellik olan tavrı işlenmekte. Değilse birinin (tırmanmanın) fiziksel yer alanı işgal etmesi, Ya da zamansal olarak mekansal olarak engel olması, durumları aksatır olma fenomeni, diğer inanç unsurlarına kıyas edilmiyor. Aksi halde nice hiç engel kılmaz görünür öznel tutumlar, toplumsal talebe gelir ki, toplumsal işleyiş mümkün olamaz. Ayrıca masum, ama ajite öznelliklerin, toplumsal talep, Ya da mutabakatın konusu olmadığı da, iyice bilinmeli.
..
3-İnançlar süreçle değişemedi. Değişemezdi de. Çünkü her şeyi bilip yaratan, bilerek ve sonsuza kadar bilir oluş yaratmasını, doğmaya göre, bir defada yaratıp bitirmişti! Bu nedenle, mutlak doğruları söylüyordu. Ama sürecin değişmesi ile bu doğrular, çok çabuk yanlış oluyordu! Ve zorunlu olarak, sözler zamanlar üstü sayılıp, her zamanı kuşattığı yorumuna gidildi! Ama bu kez de, o günü, günceli karşılayamamasını bize unutturdu. İleriyi karşılıyor, cevaplıyor, ama şimdiyi, biz anlayamadığımızdan, aklımız ermediğinden olsa gerek, karşılayamıyordu işte. Bunu en güzel Konfiçyüs ortaya koyuyordu; ”” Ben bir şeyi açıklamışsam öyle bil. Açıklamamışsam da, öyle kabul et. Bir insan bildiğini bilmeli, bilmediğini de bilmeli.”” demiştir.
Apaçık olan, anlamamız gereken sözler, sır olup çıkmıştı. Bu da işin içinde çıkılmazlıklar yarattı. Aynı cümleler, her zaman başka başka anlaşıldı. Bu da, doğaüstü gücün, durup durup, fikir değiştirir olmasını kuşkulardı! Hatta zamanlar üstü olurluk, toplumsal yapıya, sürekli geçerli olacak, bir düzen koyduğu iddiası ile de çelişti. Oysa çelişme şurada idi. Daima işleyen, değişen, gelişen, dinamik bir toplum yapısının karşısına, değişmeyen, gelişmeyen, bu akışa, biraz sonra uymayacak olan, son söz söyleniyordu! Çatışmanın temeli daha başlangıçta sözlerin, insanın bilincinden bağımsız, doğada işleyen, asıl Tanrı'sal iradeye karşı olurluğunu, akla getiriyordu. Bu da, o günün konjonktüründe genel olarak çoğunluğun; ““Dünya'yı ve sistemleri değişmez olarak algılamasından”” çarpılmadır.
Oysa toplumsal süreçler, üretim güçleri ve üretim ilişkilerinin, karşılıklı etkileşimi ile sürekli değişip gelişiyordu. İnanç insanlarda, doğduğunda dış dünyanın algılanan yorumu ile içsel gerilimin uyuşturulup, düzenlenip, lineerlikle, istikrarla buluşturularak geliştiriliyordu ki olması gereken de bu idi. Saçmalık şurada idi: İnsanın öznel iç tutma gücü ile Dünya'yı yorumlayışı, toplum bireyinin toplumsal emek ve güçle dünya yorumlayışını aynı kılan yanlışlık ve sapmadır. Kişi düşünme ve yorumu, toplum düşünme ve yorumu yerine konmuştu. Aymazlık bilgisizlik tutarsızlık burada idi. Yani zavallılık şu idi, bir toplumsal güç ve emek olan tren, kişisel çabaya tutum edilmekle, yel değirmenleri ile savaşırlık yapılmıştı.
İnancın ise, böyle karşılıklı eytişimle, geliştirecek bir etkileşme ortamı yoktu. Doğaüstü güç tarafından, söz; sonsuza kadar söylenmişti. Başlangıçta insanın bilinci ile çevresinin etkileşiminde, kanılar gelişiyordu. Toplumsal düşünmenin esamisinin olmadığı bir dönem zavallılığının kanılarıdır bunlar. Bu inanmanın gelişmeci yanı idi. Bu durum, kişinin elinde alınıp, inandırmalar Doğa Üstü Güç’ün direktiflerine dönüştürülünce, inançların öznel algılarla gelişmesi de, sekteye uğrayıp, durdurulmuş oldu. Çok geniş kitleler artık, bir kez inandık dedi mi, ağzınızla kuş tutsanız, Hiçbir şeye kişileri inandıramaz oluyorsunuz. Artık tutumlar bir öfke seli olup taşmakta, istediğiniz gibi Vurun Kahpe yeler yaratmaktasınız. Yani halk toplumsal yapıyı, rahatlıkla tam bir kalabalıklar batkını haline getirilebilmektedir.
..
Gelişmemiş ülkelerde halk egemenliğinin gerçekleşememesinin birçok kültürel nedeni vardır. Bu nedenlerinden birisi halkın, gerçekleşen ya da; gerçekleşecek görev ve tutumların takibi olacak sürekliliği gösterememesidir. Yani demokrasi mekanizmalarını kullanmıyor olmasıdır. Ya da demokrasi mekanizmalarını kullanamıyor olmasıdır. Bir başkası halkın inanç alanına ait olan kavramları, toplumun kavramları gibi algılar tartışır olması ile meseleleri içinden çıkılmaz yapmalarıdır. Böyle olunca da gerektiği gibi yurttaşlaşamama ortaya çıkmaktadır.
Örneğin; bir inanç kavramı olan ve halk yapılarda kullanım alanı bulan tarikat yapılanmasını sanki toplumun iletişen diliymiş gibi, sanki toplumun ortaya koyduğu bir demokratik tutum kavrammış gibi görüp tartışmaktır. Örneğin bu müdriksizliğin bir yanlışlığı da tarikatları sivil toplum örgüt hareketi olarak görmektir! İşte egemenliğin kavranmasını bilmeyen toplumlar demirin tanımı ile cıvayı tartışarak egemen olmayı bilemezler. En basiti ile en gelişmemiş toplumlarda halkın tarikat yapıları vardır da, sivil toplum örgütlenmesi yoktur. Üstelik sivil toplum örgütlenmeleri toplumlarda yokken, bir inanç unsuru olan tarikatlar en azından bizde 1250 senedir vardır. Detaylara, başka bir yazı dizisinde gireceğim.
Böyleliklerle, gelişmemiş ülkelerin kaderinde halk iradesi iki şekilde gerçekleşe bilmektedir. Birinci olarak, böyle ülkelerde halkın iradesi ehliyetliyi ve liyakatliyi seçmiyordur. İnanç temel unsuru ile topluma bakılıyordur. İkinci olaraktan da halk, haklı olaraktan kendinin konjonktür dışı olmasıyla ve literatür bilmemesinden dolayı, sayısal çokluğu olan kesimlere; uzun vadeli ve toplumcu politikalar yerine, seçimi: bir seçememeye dönüştürmektedirler. Yani amiyane deyimle cehalete, palyatif tutumlu seçilmeyi daha da öne çıkarttırmaktadır. Yani seçim bir kazanç olmaktan çıkıp, yer yer bir kaybettirişe dönüşmektedir.
Krallığın, babadan oğula geçen saltanatının çelişkilerinden sayılan, delilik, ruhsal bozukluk, biyolojik gerilik gibi engellerle kişilerin yönetime geçmesi garabeti idi. Gelişmemiş ülkelerde seçimlerle; çoğu halkın genel toplum literatürünü bilememsinden veya zorunlu bilmez oluşu vardır. Buna bir de siyasetin kendi iç hesaplarıyla lider dalkavukluğu, liderin sivril ipte varlık gösteremeyecekleri aday yapması. Bu tür mülahazalarla seçilmek için aday olarak sunulan kişilerin liyakatsiz olabilmektedir. Böylece halka ait seçmenlik irade bir seçtirememenin kaybettirişi olarak sürüp gitmekte gibi görünmektedir.
..
Ancak halkın, egemenlik sel olduğu fikri ile sırtları sıvazlanır. Bu da halkın hedonizmidir (davranış ve eylemlerini haza göre yöneltir olma) . Halk; toplumların gelişme süreci ile sınırlı bir seçme, seçilme, yetkilenesi ile olgulaşmıştır. Bununla beraber, yetkili olmanın gereği olan seçileni takip etmek, sosyal örgütlenmeye katılmak, örgütler aracılığı ile erki denetlemek gibi, egemenliğini gerçekleyecek sorumluluklarını da kullanmayı ve erke yansıtmayı pek yapamaz. Hedonizmi seçer olma yetkilenmesini, egemenlik sayar! Bunun nedeni, inandırılarak kişinin kendisine ve toplumuna yabancılaşmasıdır. Halkın kendisini bir yurttaş gibi görmeyip, sırf kendisini inançlı uysal bir tebaa (uyucu) görmesidir.
Oysa halk, toplumun müşterisi olaraktan da, ilişkilenip; kendisini topluma bir açık devre alanı sunma gibi belirim gücüde vardır. Ama topluma yabancı durduğundan bunu pek kullanamaz.
Halkın yetkili kılınması, toplumsal ve halk içindeki çıkar gruplarınca demagojik olarak, halk dalkavukluğu olaraktan, anlık çözümlerle, hedonistlik yaklaşımlarla, bu yetkileme öylesine etkilenir ki, bu etkileme ile akıl almaz süreçlere girilir. Örneğin bu anlık (günü birlik) ve hedonist yaklaşımla, sadakaya alıştırılan halk, bunu bir lütuf, bir inancın kayrası, olarak görür ve sosyal haklar kavramını anlayamaz da yalvarır, dua okur! Bu tür sosyal haklar kavramının bilinçli yurttaşı olarak, sürekli takibini yapamaz. Çünkü kendi anlamasınca, kayraya lütufkâr olmuş bir şanslıdır o!
Halkın egemenlik selliğini dayatan, gerekli olan alt yapılardan biride, halk özgürlüğüdür. Bu toplumsal özgürlükten farklıdır. Ancak bu da, objektif kriterli; öyle Ya da böyle üretmeyi gerektiren bir bilinçli yurttaşlık halidir. Halk özgürlüğünü, üretme objektifliğinden ne kadar uzaklaştırırsanız, özgürlük istemi o kadar keyfiliğe ve uçukluğa kaçan bir anlamsızlık olur. Hiçbir keyfilik, halksal özgürlüğü ve halkın egemenliğini sağlayamazdır.
..
Bizler regabeli bir yolun afitabına yürüyen umut yolcuları değimliyiz? Yürürken önümüzde çuvallayan can tarf-larının içini özetleriz kendimizce. Kelepir sayılacak bir tebessüm kırıntısına bin bir cefayı göze alabilecek kadar fevri ve cesur görünen, anlık kahramanlıklara aşina sevgi koşucuları., Hedefe bakarken etrafı gözetmekten gına ederek ve ba’del mevti (ölümden sonrası) düşünmeden adımlarız sevgiliye doğru olan adımlarımızı.
Sakiler şurup dağıtırken bir hümayunun koridorunda ahaliye, ah vah iniltileri ekleyerek sıramızı öne alma sefilliğini oynarız, arımızın üzerine kül atarak küçücük bir neferin sarfı nazarına gelebilmek uğruna doğallığın kanına girer, kısmet talih çemberinin çerçevesine lehimize gelecek çentikler atarız. Kimi zaman değil çoğu zaman hayatı bir talih oyunu gibi görmeye çalışırken, kendi akışındaki süreci şu veya bu şekilde aleyhimize çevirme fırsatlarını arar, kollar araştırır ve kaderin hükmünü iğdiş ederiz.
Oturduğunda mühlet, kıyamet kopar hazımsızlığın yüreğinde. Yükünü sırtından atan mükellef, hala eski ve köhne hatta ilkel oyunlarını sahneleme gayretine düşer. Dün düzensizliği ektiği tarladan, bu gün imtiyazlı bir hâsılat alamamanın sorumluluğunu sırtı kalın bir sebebe isnat ile veryansın eder.
Gönül sohbetlerinde insanlıktan ve erdemden dem vuran na’ab, (hızlı yürüyen kişi) göçebe duyguların getirisini beğenmeyince, kadere ve hakka isyankârlıkta bir başka birinciliğe koşar adeta. Ruhen kolları olmayan bir bedenle sevgiliye dört elle sarılamamanın elemine ortak, paylaşımcı arar. Güngörmez loşluklarda yetiştirdiği turfanda gülleri örnek verir, gösterir. Gözün ve müşahhas aklın kılıcına gelmeyen galibiyetler, suikastla elinden alınmış zafer coşkuları gibidir. Ve kınına girmeyen hançer, yivinden damlayacak kana özlemle ışıldar.,
..
Yağmur var, mutfak camından izliyorum hüzünleri üzerime bırakışını. Yine seni düşündüm, neredeydin, nasıldın. Hep sana konuşuyorum, yağmuru, güneşin neşesini…. Bir yıl öncesi çıkıp geliyor, bugün buradaydım seninle şunları konuşmuş şuraya gitmiştik. Çıkıp çıkıp gelmelerin bitmiyor. Her günü bu gün gibi yaşıyorum, biraz içim acıyor. Aklımın dilli hiç durmadan sana konuşsa da, gönlümün dili sus pus, öksüz bir çocuğun mahsunluğunda ruhumun duvar kenarına sinmiş. Kelimelerin çokluğuna inat bir sessizlik. Her söz akıp akıp geliyor ama dizilip kalıyor boğazımda gönlüm mühürlemiş konuşturmamaya yeminli. Anlatacak çok şey varken anlatılacakların yetim kalması duyurabileceğin kimsenin kalmaması yalnızlığımı büyütüyor sadece. Dilim varmıyor artık bize ait cümleler kurmaya sana bizi anlatmaya. Gönlümün gücü yok ruhum inanç ağacının umut dalındaki salıncağıyla sallanamıyor artık mavi gökyüzünün kollarında. Hiçbir kelimenin teselliye kafi gelmeyişine içerliyorum. Akşamın inmeye başladığı bu saatte yağmurun ıslattığı oyun parklarında başı boş bir salıncak gibiyim.
..
Korku Ve Saygı
Bir hanım parkta çocuğunu oynatırken, çocuğu huysuzluk etmiş! Kadın da söz dinletemeyince orada oturmakta olan köylü şapkalı bir adama “Şu çocuğu bir korkutur musunuz? Söz dinlemiyor! ” demiş! Adam; “Vay bilmem ne yaptığımın çocuğu! ” diye çocuğu azarlamış! Kadın; “Bey efendi ne yapıyorsunuz! Bana küfrettiniz! ” Adam demiş; “Ben ayı değilim, kurt da değilim; öcü de değilim! Bizim köyde korkutmak böyle oluyor! Siz dediniz ben de yaptım! ” Yani korku ile yol alınmaz!
Korku kişinin kendi içinde ve muhtemel bir hatasına karşı olmalı! Yani kişi kendi hata yapmaktan sakınmalı yoksa hariçteki işleyişten korkmak çözüm değil!
Allah’tan korkmak, Allah’tan korkmayandan korkmak; bunlar da gereksiz! Allah’tan korkmakla Allah’ı sevmek veya saymak ayrı bir durum! Yani kişi Allah’a bilmeyerek saygısız olacağından korkacaksa o dahi bilinçle izale edilebilir! Yoksa rast gele davranıp bir de korkmak ve korkunca da durumu kurtardığını sanmak çözüm olmaz! Zaten Allah’tan korkmayanı da kişi belirleyemez! Bu söylem çerçeve bir söylem yani deyim gibi veya soyut bir durum! Öyle ise Allah’tan korkmak yerine Allah’a saygılı olmak daha akıllıca! Bu dahi kişinin kendine ve evrene saygısıyla mümkün!
..