Unutamadıklarım Şiiri - Ahmet Mustafa Ku ...

Ahmet Mustafa Kulaber
173

ŞİİR


2

TAKİPÇİ

Unutamadıklarım

UNUTAMADIKLARIM
(HATIRAM OLSUN)
İkinci Dünya Savaşı’nın kıvılcım beklediği bir bahar sabahında, iki dağ arasında kurulmuş, uzak mesafeler halinde adeta birbirlerinden rahatsız olurcasına serpili evlerin oluşturduğu bir dağ köyünde gözlerimi dünyaya açmışım. Ailemin altı çocuğundan beşincisi olarak…
Birinci Dünya Savaşı’nın macera sonrasının dünyada olduğu gibi ülkede ve köyümüzde yönetim boşluğunun karmaşıklığını yaşıyormuşuz o yıllarda. Kıtlık, asayişsizlik, düzensizlik tüm hızıyla hüküm sürmeye devam ediyormuş. Oysa Cumhuriyet yönetimi kurulalı on beş yıl olmuştu. Büyüklerimiz anlatırlardı; 1915-1923 yılları arasında eşkiyaların en güzel sığınak yeriymiş bu köy. Kol gezermiş eşkıyalar. Yol kesmeler, mesken baskınları sık sık rastlanan olaylarmış. Zengin ve yaşlı kadınların kafalarına kızgın sacayak geçirerek zorla altın ve para gasp edildiği uzun zaman yaşanmış bu köyde.
Kasabaya on beş km uzaktaki bu köyde devlet gücünün en az ulaştığı söylenir. Kuş konmaz kervan geçmez bu yörenin bir tek özelliği vardı: Temiz hava, tabiatın tüm nimetlerini saklama özelliği. 1950’ ye kadar motorlu taşıt girmemiştir. Bu tarihten sonra da on yıl süreyle kamyon girmiş, köylüler tomrukların üzerinde çarşı pazarına giderlerdi. Şoför mahallinde oturup yolculuk etmek bir bürokratik aşama idi. Eğitim imkanları da az da olsa 1950’den sonra sağlanmıştır. Tabiatın tüm zenginliklerini gönlünde saklayan köyün, eğitim imkanlarından hiç yararlanamadıkları yıllarda her Cuma ve bayram günleri cami avlusu herkes için hodri meydandı. Namazdan sonra herkes yiğitliklerini cami avlusunda gösterirlerdi. Silahlar patlar, bıçaklar çekilirdi.Ayrıca tokatlama olayları da sık rastlanan kahramanlıklardandı. Kabadayılıkların sergilendiği yer cami avlusu idi. Büyüklerin bu hareketlerinden biz çocuklar da etkilenirdik ki; bayram günleri etnik grupların çocukları için köy meydanları kapışma yeri idi. Bu özel gelenek haline gelmişti. Tabi ki çocukların bu kapışmaları sonradan büyüklere intikal ederdi. Her an heyecanlı ve korkulu sahnelere rastlamak mümkündü. Bu kavgalar acımasızcaydı çünkü. Üstün gelen grup kahramanlık zevkini duyardı.
Yalın ayak, başı kabak çocuklarla doluydu köy meydanı. Sarı benizli, şiş karınlı ve koca kafalı çocukların burunları sürekli sümüklüydü. Yani bakımsız, cılız çocuklarla dolu olan köy insanı eğitim olanaklarından yararlanmayı hiç düşünmezdi herhalde. Ya hayvanların peşinde veya tarlada ailesiyle birlikte çapa kazarlardı. Çok küçükleri de kadere terkedilmişçesine sokaklarda, tozda, dumanda burnunu çeke çeke oynarlardı. Daha üç yaşındaydım ki; kızıl, kızamık hastalıklarından emsallerimi kaybetmiştim. Ülkede büyük bir sıtma salgını da hüküm sürüyordu. Bataklıklar kurutulamamış, zehirli sivri sinekler çevreyi kasıp kavuruyordu. Ama bizim durumumuz diğerlerinden iyiydi.
Beyaz badanalı, tek katlı bir evimiz vardı. Fındık bahçelerimiz, koruluklar ve geniş arazilerimizin yanı sıra ay boynuzlu ineklerimiz, öküzlerimiz, yüzlerce koyun, kuzu, ayrıca her sabah gördüğümde içime ferahlık veren bir sürü tavuğumuz vardı. Evimiz adeta bir çiftliği andırıyordu. Arı gibi çalışkan bir anam vardı. Hepsinin üstesinden geliyordu. İşçilerimiz ve çobanımız vardı. İşler yürüyüp gidiyordu. Ablam da annemin en yakın arkadaşı idi. Babam küçük bir devlet memuruydu. Ne sigortası vardı, ne de emekli sandığı güvencesi. Sağlık ve tedavi giderlerinden herkes kendi sorumlu idi.
En büyük ağabeyim henüz 14 yaşındaydı. Sevdiği bir kızın uğruna, -uzaktan da olsa- akrabamızın çocuğu, babamın resmî tabancasıyla vurmuş olacak ki; bir akşam eve geldiğimde annemle ablamın ağıt yakarak ağabeyimin asılı elbisesini öpüp öpüp ağladıklarını gördüm. Ben de ağlamaya başladım. Niye ağladıklarını sorunca; ağabeyimin jandarmalar tarafından karakola götürüldüğünü söylediler. Babam da arkalarından gitmişti. Henüz gelmemişlerdi. Ne olduğu, ne olacağı belli değildi. Yaşı küçük olduğu için kefaletle ağabeyimi babam getirmişti ama, yaralı olan gencin hayatı tehlikedeydi. Bir yandan yaralıyı kurtarmak, bir yandan da ağabeyimi hapse attırmamak için babama çok işler düşmüştü.
………………………./……………..
Bir hafta içinde menkul ve gayri menkul malların büyük bir bölümü satışa çıkarılmıştı bile. Beyaz badanalı ev, hayvanlar, tarlalar elden gitmişti. Artık fakirleşmeye başlamıştık. Yeniden kendimize ahşap bir ev yaptırdık. O eve kısa zamanda taşındık. Bir yandan da İkinci Dünya Savaşı patlamıştı. İsmet İnönü’nün meşhur sözü “ aç bıraktım ama yetim bırakmadım” gerçeğinin içindeydik. Ekinler stoklanıyor ve belirli bölüm devlete teslim ediliyordu. Küçük ve büyük baş hayvanlar sayılıyor ve vergileri hemen alınıyordu. Hatta yol parası adı altında dahi vergiyi vermek zorunda kalıyorduk. Bu vergileri vermeyenler veya mallarının, ekinlerinin gerçek miktarını söylemeyenler jandarmalar tarafından adalete teslim ediliyor, hapse atılıyordu. Ülkede büyük bir ekonomik sıkıntı başlamıştı. Bir yandan Almanların ülkemizi işgal etme endişesi, öte yandan ekonomik sıkıntı, bunun yanı sıra örfi idare rayı oturmamış devlet yönetiminin mekanizmasını çalıştırmak, eğitimden yoksun bir toplumu yasa ve insan haklarına saygılı kılma işlerliğini kazandırmak için çaba gösteriliyordu. Bunları gerçekleştirmek için de bazı çevreler ve kişiler de görevlerini kötüye kullandıklarını da görmemek mümkün değildi. “ Benim yarim jandarma, ben korkmam kaymakamdan” ve benzer türkülerde de belli olduğu gibi jandarmanın halkın üzerindeki sert tutumları karşısında insanlar devlete güvenlerini olduça yitirmişlerdi.
Ülkede sağlık sorunu da çözümlenmemişti. Bataklıklar kurutulamamış, yollar, köprüler yapılamamıştı. Ülke imar istiyordu. Eğitim ve sağlık istiyordu.
Orman koruma memuru olan babam gece ormanı korurken bir ara uykuya dalmış olacak ki ertesi gün “hava çalmış” mikrop taşımakta olan sivrisineklerin kurbanı oluyordu neredeyse. Zehirli sıtma hastalığına yakalanmıştı. Hasta idi. Saatler geçtikçe ağırlaşıyordu. Herkes babamın ölümünü bekliyordu. Yakın bir ilçeden gelen Hoca Amcam geldi. Kardeşimi doktora götüreceğim dedi. Öküz arabasını koştular. Babamı kucaklar üstünde arabaya yatırdılar. Kasabaya doktora götürüyorlardı. Köylüler adeta bir cenaze götürürcesine toplanmışlar, babamı öküz arabasının gıcırtısı arasında götürdüler. Onu hatırlayabiliyorum. Dönüşünü bilemiyorum. Babam iyi olmuştu. Geziyordu. Ama devlet memurluğundan da çıkarılmıştı. Ne kıdem tazminatı, ne sağlık sorunu hiçbir konuyu hesaba katmadan işinden olmuştu.devletten aldığı beş on kuruştan da olmuştu.
İkinci Dünya Savaşı tüm hızıyla devam ediyordu. Ayrıca birkaç yıl önce büyük bir deprem de olmuştu. Ekmek karneye bağlandı. Evde herkes artık istediği kadar değil ölmeyecek kadar yiyebiliyordu. Anam her öğün herkese bölerek ekmek veriyordu. Yarı aç yarı tok sofradan kalkıyorduk. Köy kadınları artık meralardan ot toplayıp kendilerine göre yakıştırma yemekler yaparlardı. Bir gün çok acıkmıştım. Evde ekmek yoktu. Yaprak yiyerek açlığımı giderdiğimi hatırlıyorum. Aylar geçti, ambarda bulunan mısır ve buğday da bitmişti. Bir kış babam birinden bir at aldı. Yakın köylerden ödünç mısır topladı.biz otuz kilo mısırın eve atla geldiğini görünce sevinmiştik. Ama kar oldukça fazla idi. Babamın ayağındaki çorap eskimişti ki ayağı iyice üşümüştü.. ayaklarını ısıtırken babamın ayaklarının kıpkırmızı olduğunu gördüm. İçim cız etmişti. Babama çok acımıştım. Yine aynı kış olacak ki babam doğduğu ile gitmişti. Arakasından anam da gitmişti. Ablam ve biz dört çocuk geride kalmıştık. En büyük ağabeyim de nerde akşam orda sabah gezermiş. Zaten bir kız uğruna vurduğu genci ve ağabeyimi yıllar önce kurtarmıştı. Nasılsa arkamda babam var diye hiçbir sorumluluk taşımazdı. Nasıl olduysa eve bir kere geldi. Ahırda bulunan bir çift tosunu yüz liraya sattı. Kendine bir kat elbise, körüklü çizme, fötr şapka alarak delikanlılığını yaşamaya başladı. Bizim bakımımız için komşu kadına rica etmiş olacak ki yemeklerimizi bu komşu kadın yapardı. Bir ikindi vakti anam eve geldiğinde kadın da evde yemek yapıyordu. Önce komşu kadını kovmuştu. Neden kovduğunu sorunca evden kendi evine yiyecek aşırdığından kovmuş meğer. Ahıra girdi. Tosunlar yok. Artık iyice anam kıyametleri koparırcasına bağırıyor, ağlıyordu. Bize babalık görevini yapacağı yerde iyice sömürmeye başlamıştı ağabeyim. Zaten evdeki mal varlığı ağabeyimin yüzünden satılmadı mıydı? İyice şımarmıştı. Sanki ailemiz onun için yaratılmıştı. Başıbozukluk, sorumsuzluk ve hergün hadise ile eve gelirdi. İllallah demişti ailemiz. Biraz anam neden böyle yapıyorsun deye bağırırsa anamı döverdi. Koşular hep ondan şikayetçi olmuşlardı. Köyde ne olmuşsa ondan bilinir hale gelmişti. Sık sık jandarmalar gelir onu karakola çağırırlardı. Ailece çok üzülürdük ama elimizden bir şey gelmezdi.babama dahi karşı gelirdi. Bir gün yine babama karşı gelmişti de “oğlum Allah’ımdan bul” demişti. Dört beş yıl sonra Allah’tan buldu bile..
İkinci Dünya Savaşı bitmişti. Halk arasında Alman Harbi diye adlandırılan bu savaşın ardından dünya haritasında önemli değişikliğin olduğunu Karagöz Gazetesinden babam okurken duymuştum. Dünyanın politik düzeninin değiştiğini söyleyen büyükler demokrasiden de söz ederlerdi. Demokrat Parti diye bir partinin kurulduğunu tek partili yaşamdan çok partili yaşama geçildiğini sevinç içinde anlatırlardı.
1950 idi. Köye okul yapılacaktır. Herkesin öküzüyle, gücüyle okul yapımı için katkıda bulunması gerekiyordu. Altı ayda okul yapıldı. Bir öğretmen geldi. Daha önce altı aylık eğitimden geçen (Köy Enstitüsünden kursla yetişen) eğitmen üçüncü sınıfa kadar okuturdu. Üçüncü sınıfı bitirenlerle yeni kaydı yapılanlardan oluşan beş sınıflı bir okula başladım. Yaşım 11 idi. Babam benimle yakından ilgileniyordu. Hatta babam yeni yazıyı okuyordu ama yazamıyordu. Hep eski yazı ile yazardı. Benimle yazmayı öğrenmeye başladı. Üç ayda alfabeyi öğrendim. Harfleri önce öğrendikten sonra hecelerle okumaya başladım. Haşarı ağabeyiminde askerliği için zamanı gelmişti. Askere gitti. Bir ara izinli geldiğini gördüm. Hatta o ara kız kaçırmıştı. Eve yenge gelmişti. İyi idik. Mutlu idik. Ancak ağabeyimin ikinci gelişi firar mahiyetinde idi. Bir sabah adamın biri pür telaş eve geldi. Ağabeyimi sordu. Bilmiyorum deyince bana bir tokat çekti. Nedenini anlamamıştım. Meğer yengem bir gün halasının evine gitmişti. Nedense yengemi göndermek istemeyen halası ile ağabeyimin arasında çıkan tartışmada ağabeyim halası Kara Fatma’yı ayağından vurmuştu. Biraz sonra jandarmalar gelmişti. Onu arıyorlardı. Köy muhtarı geldi. Ağabeyimi eli ile karakola teslim etti. Ondan ötesini bilemiyorum. Artık ağabeyimi görürdüm ama hep kaçak olduğu günlerde görürdüm. Hapse atılıyor, kaçıyor. Askere alınıyor, firar ediyor. Bir çıban başı haline geldi.
Genel seçim yapılmıştı. Demokrat Parti iktidara gelmişti. Babam bir gün bana bir dilekçe yazdırdı. Dilekçe zamanın Cumhur Reisi Celal Bayar’a hitabendi. Kısa zamanda dilekçenin cevabı geldi. Hastalık nedeni ile görevinden ayrılan babamın görevi yeniden iade ediliyordu.. Cumhurreisi emir vermişti. Dilekçesinde damga pulu olmadığından (15 kuruşluk) 1 lira para cezasına çarptırıldı ama göreve tekrar gelmesi için müracaat etmesini emretti Cumhurreisi Celal Bayar. Artık ailemize bir mutluluk kapısı açılmıştı. Babam küçük de olsa devlet memuru idi. Ama aynı kentte değil. Yakın bir ilin bir ilçesinde orman depo memuru idi. Annem dördüncü sınıfa kadar köyümüzde okuttu beni. Öğretmenin tayini başka yere yapılınca köyümüz öğretmensiz kalmıştı. Beşinci sınıfı babamın görev yaptığı yerin bir köy okulunda okumaya başladım. Öğretmenle babamın arsında iyi bir diyalog vardı. Öğretmen beni seviyordu. Ayrıca ben de çalışkan bire öğrenciydim. Her gün derse ben kalkardım. Konuyu anlatırdım. Babama tahsis edilen bir odada yiyor, içiyor, yatıyorduk. Odada bir ranza vardı. Babam arkadaşlarıyla kahveye giderdi. Ben gece geç vakitlere kadar ders çalışırdım. Çalışırken uyuya kalırdım. Babam ve arkadaşları beni elimde kitap uyurken görürlerdi. Bu çocuk adam olacak derlerdi. Gerçekten bilime karşı çok iyi bir ilgim vardı. Çeşitli kitap ve ansiklopedilerden derlediğim bilgilerle özel olarak hazırladığım bir deftere bir ansiklopedi dahi hazırlamıştım. O zamanın bilgilerini hala taşıyorum hafızamda. Okulda kız ve erkek arkadaşlarım beni farklı seviyorlardı. Yerim daha farklı idi. Artık yaramazlık yapmaktan öte bir bilim adamı edasıyla okula gelip gidiyordum. Küçümen kalbimle bazı kız arkadaşlarıma da hafif hafif sempati duymaya başladığımı anımsıyorum. Çünkü onlar zaman zaman koluıma girerler, sevgi gösterilerinde bulunmaya çalışırlardı. Nazmiye’yi, Naime’ yi, Fatma’yı hatırlıyorum da hala o sıcak sevgilerinin izlerini duyar gibiyim. Çalışkandım, dürüsttüm. Seviyordum, seviliyordum.
Öğretmenim bir gün beni çağırdı. “Öğretmen olmak ister misin oğlum? ” dedi. Olur dedim. Ama içimde bir astsubay olma arzusu vardı. Babam beni askerlik şubesine götürdü. Şube reisi fiziğime baktı. “Oğlum sen kemik veremi geçirdin mi? ” dedi. Hayır dedim. Meğer kaburga kemiğim çok belirginmiş. Biraz da kamburum varmış. Bu nedenle astsubay olamazmışım. Gözlerimin yaşardığını gören babam da üzülmüştü. “Üzülme oğlum, öğretmen olursun “ dedi.öğretim yılı bitmek üzereydi. Bir yazı gelmişti maarif memurluğundan. Öğretmen okulu birinci eleme sınavına katılmam isteniyordu. Sınav salonunda 177 kişi vardı. Yapılan yazılı sınavda 7 kişi ilk elemeyi kazandık. Beş erkek ikisi de kızdı. Beş erkek arkadaşımla Öğretmen Okulu giriş mülakatı için çağrıldık. Babam başta olmak üzere okula gittik. Tam 1500 kişi mülakata katılıyordu. 200 kişi alınacaktı. Bir baktım ki listede benim de adım çıktı. Beşimiz de kazanmışız. Sevindik. Artık öğretmen olacaktık. Küçüklüğümden beri hayal ettiğim ya subaylık veya öğretmenlik idealimden biri gerçekleşiyordu. Babam okul müdürüne bizi bıraktı ve gitti.
Artık Öğretmen Okulu öğrencisiydim. Öğretmen adayı oluyordum. Arifiye 1943 tarihinde Köy Enstitüsü olarak kurulmuş, yurt sathında gerekli olan hızlı kalkınmanın öncülerini yetiştiren güzide bir kurumdu. Programında eğitim, öğretimin yanı sıra sağlık, tarım, marangozluk, inşaatçılık, sebzecilik, duvar ustalığı.. vb. köyde ihtiyaç olan her alanda eleman yetiştiriciliği vardı. Siyasal nedenlerle son zamanlarda yozlaştırıldı. 1954 tarihinde Köy enstitüleri kapanarak İlköğretmen Okulu adını aldı. İşte ben bu tarihte okulun birinci sınıfına geldim. Ortaokul ve lise programlarını uygulayan okul her ne kadar enstitü adını geride bırakmış olsa da bizler yine tarım, iş, atölye ve benzer işlerde çalıştırılıyorduk. Yemekhanelerde aşçılara dahi yardım ediyorduk. Patates, soğan soyma öğrenci işleri idi. Yemekhanelere servis nöbetle yapılıyordu. Nöbetçi olduğum bir günde karavana üzerime döküldü. Okulun verdiği gıcır gıcır elbisem yağ pas haline gelmişti. Bir süre o elbiseyi giymek zorunda olduğumu anımsıyorum.
Büyük sınıflar adeta öğretmen niteliğindeydi küçük sınıflara karşı. Her sınıfın bir ağabeyi vardı. Ama babam beni İhsan Çil, Abdurrahman Türedi, Ahmet Türedi, Fevzi Göçmen Tahsin Sönmez gibi isimlere emanet etmiş olacak ki bu isimler (onları saygıyla ve şükranla anıyorum) beni adeta kardeşleri gibi bilirlerdi ve korurlardı. Yapamadığım ödevlerde yardımcı oluyorlar, rehberlik ediyorlardı. Daha üçüncü sınıfta iken bir kitap basmıştım. Gerçi müdür ve bazı öğretmenler beni takdir ediyorlardı am müdürümüz Azmi Gökmen bana “şair” diye hitap ediyordu. Severdi beni. Arasıra da dalga geçerdi benimle. “Adam babasına sarı öküzü sattırdı da kitap yazdı” derdi, şakalaşırdı. Ama üzerimde ciddi olarak duran Şerif Baykurt, Fahri Yetiş, İbrahim Akman, Gülten Öztok, Necati Seçkin… ve diğerleri idiler.
Cumartesi, Pazar haricinde öğrencilerin okul bahçesinden dışarı çıkmaları yasaktı. Ama ben yazdığım kitapları dışarıda bir yere depo ettiğim için dışarı çıkmamı engellemiyorlardı. Rahatça girip çıkıyordum. Kimse bir şey demiyordu bana. Ara sıra sevgili babam ziyaretime gelirdi. Sorunlarımı öğrenirdi. Bana harçlık verirdi. Müdürle de görüştükten sonra mutluluklar içinde ayrılırdı. Okula resmi elbise ile geldiğinde onunla gurur duyardım. Rahmetle, saygıyla ve derin bir sevgiyle kalbimde abide olan sevgili babamdan yaşam boyunca 4 yaşımdayken bir kez dayağını yedim başka da dayağını yemedim. Her defasında sırtımı okşar ve başarılar dilerdi. Ben de başarılı olurdum. Vakurdu. Yiğit idi. Boyun eğmezdi kimseye. Mert idi. Şakayı da severdi.
Böyleydi babam. Bunca anılarımı yazarken ondan söz etmeden nasıl geçerdim. O gerçek bir insandı. Duygusaldı. Gülmesini bildiği kadar ağlamasını da bilirdi. Acıma duygusu oldukça yüksekti. Merhamet dolu bir yüreği vardı. Tahsili yoktu. Ama Osmanlıca çok seri yazar ve okur idi. Türk alfabesi ile okuma yazmayı 1950 sonrası benden öğrenmişti. Bilimsel ve dinsel sohbetlerde olduğu kadar siyasal sohbetlerinden de hoşlanılırdı. Meşrutiyeti, Balkan ve Birinci Dünya Savaşlarını, Kurtuluş Savaşı ile Atatürk ve devrimlerini gördü, içinde yaşadı. Düşünceleri her an yeniliklere açık idi. Siyaseti çok severdi.
Babam, küçük bir devlet memuru idi. İlkokulun beşinci sınıfını okurken yanımdan ayrılmayan babam, benim karakterimi, çalışmalarımı takdir edr, arkadaşlarına benden gururla söz ettiğini duyardım. Benim naklimi alırken gösterdiği çaba ile öğretmen okulunu kazandıktan sonra okuldan istenen rapor için gecenin yarısından itibaren kamyonla, oradan da traktörle ve üçüncü bir araçla otobüsle sabahın erken saatlerine kadar heyete yetiştirdiğini asla unutamıyorum. Ortaokulun son sınıfında bir kitap hazırlamamdaki mali fedakarlığı ile lise son sınıfta ardı ardına iki kitabın basım ücretini hiç esirgemeden karşılaması her babanın yapacağı bir iş değildir. Öğretmen olduktan sonra iki kere ayrı ayrı görev yerime gelmesi onu mutlu etmiştir. Ağabeyimin bir cinayetle suçlanarak tutuklanması karşısında yıkılan babamın memurluğundan istifa etmesine yol açar. Oğul üzüntüsü onu çok sarstı. Kısa bir süre sonra felç oldu. Yedi yıl yatalak yaşadı. 1901’de doğan ve 1972’de vefat eden babam 71 yıl yaşamıştır.
…………./.
Ne günlerdi ah o günler.. çocukluk yılları. Pırıl pırıl pırıl bir gelecek düşü. Geçim derdi, para derdi yoktu. Babam vardı arkamızda. Kim bilir ne sıkıntılar içinde varlığımızı sürdürüyordu. Bilemezdik biz çocuklar. Okuyacaktım, öğretmen olacaktım. Devlet nerelere verecekti kim bilir. Onu da hesaplamazdık. Yiyecek, giyecek, yatacak derdi yok. Herhangi birilerinin bakımından da sorumlu değildim. Benim tek amacım derslere çalışmak ve sınıfı geçmekti. Saatinde yatma, saatinde kalkma, sabah mütealası, arkasından beş ders… dinlenme gene müteala ve uyku. İşte bir günlük programımız. Günler geçip gidiyor. Ara sıra sıla hasreti gelir – giderse de bu da geçici. Ama gün geldi okuduklarımdan anlamaz oldum. Okulu da sevmez olmuştum. İlkbahar mevsimi idi. Bir Pazar köye kaçtım. Annem beni görünce durumu anlamıştı ki hemen yemek hazırladı. “Oğlum okula geç kalma, ağabeyinle okula yetiş” dedi. Benim hiçbir şey söylememe gerek kalmadan bir büyüğümün arkasına taktı. Koşa koşa üç saatlik yolu bir saatte aldığımızı kasabaya vardığımda anladım. Alelacele bir minübüs bulduk. Gece mütealasına yetiştirilmiştim. Böylece okulu terk etme düşüncesi kendiliğinden ortadan kalkmıştı. Yine günler, haftalar, aylar geçiyor ama bir şey anlamıyordum okuduklarımdan. Meğer büluğ çağına yeni girmişim. Zekam durmuş, öte yandan fiziksel büyüme başlamış olacak ki bu bir yıl sürdü. Tabi ki o yıl iki dersten bütünlemeye kalmıştım. Türkçe ve matematik dersleri. Yaz tatilinde bol bol problem çözüyor, her kitapları okuyor, anlatıyor, yazıyor ve özetliyordum. Artık sınıfın huzuruna çıktığım da şive bozukluğumdan dolayı arkadaşlarım bana gülmeyeceklerdi. Dil kurallarını öğrenmiştim. Konuşma yeteneğim bir hayli gelişmişti. Sınıfımı geçmiştim. İkinci yıl sınıfın çalışkan öğrencilerinden olmuştum. 7’den aşağı not almıyordum artık. Üçüncü sınıfa geçtiğim de en çok beğendiğim ve tesiri altında kaldığım Tevfik Fikret’in “Şermin” ini okumuştum. Ben de böyle bir şiir kitabı yazabilirdim.
Bir tatil günüydü. Memur olan babamın yanına gitmiştim. Tevfik Fikret’ten söz açtım. Öğrencilik yıllarında bir kitap yazdığını söyledim. ben de bir kitap yazabilirim dedim. Babam önce benim bu düşüncemi çok olumlu karşıladı. Öğretmen arkadaşlarına sormuş. Onşlar “ kitap basma parasıyla bol bol kitap al okusun “ demiş olacaklar ki düşüncesi ertesi gün değişmişti. Çok üzülmüştüm. Üzüldüğümü gece rüyamda sayıklarken duyan babam sabahleyin “ Haydi oğlum kitabın basılacaktır.” Dedi ve şehrin yolunu tuttuk. 32 sayfalık çocuk şiirlerinden ibaret “Şelaleden Damlalar” adlı kitabım bir ay sonra basıldığını annem çuvalla getirdiğinde gördüm. Ayrıca köşe yazarlığı yapmam için gazetecinin haber gönderdiğini söyleyince dünyalar benim oldu. Kitaplarımı inceliyorum, eviriyorum, çeviriyorum ve büyük bür haz duyuyordum. Hemen Yunus Emre’yi tanıtan bir yazı hazırladım. Arkasından güncel olayları içeren makaleler yazdım. Doğuş adını taşıyan gazetenin yazı işleri müdürüne verdim. Bekliyordum yazılarımın yayınını. On beş gün geçtikten sonra hem matbaacı hem de gazeteci olan yazı işleri müdürüne yazımın neden yayınlanmadığını sordum. Bana gazetede yer olmadığını, bu nedenle yayınlanmadığını söyleyince kızdım, darıldım, çıktım gittim. Moralim bayağı bozulmuştu.
1958 yılı idi. Öğretmen okulunun dördüncü sınıfını okuyordum. Başta okul müdürümüz olmak üzere öğretmenlerimiz bize “artık öğretmen adayısınız” diyorlardı. Türkiye’de okuma yazma oranı yüzde kırk idi. Bunların büyük bir bölümü erkeklerden ibaretti. Yüzde altmış olan okuyamaz, yazamazların büyük bölümü de kadınlardan ibaretti. Ülke çok partili bir hayatın içindeydi. Ama partizanlık tüm hızıyla devam ediyordu. İktidar partisi ile muhalefet partisi arasında büyük sürtüşmeler oluyor, bir türlü diyalog sağlanamıyordu. Özellikle Kırşehir ili muhalefeti savunduğu için zaman zaman il düzeyinden ilçe düzeyine bir yasa ile getirilebiliyordu. Siyasiler tutuklanıyor, siyasi ajanlar devlet memurlarının takipçisi durumundaydı. O zaman babam yüz lira maaş alıyordu. Enflasyon iyice tırmanışa geçmişti ki zamanın başbakanı zaman zaman memurlara ikramiye vererek takviye yönüne giderdi. Böylece memurları tatmin etmeye çalışırdı. İktidar partisi askerleri, öğretmenleri, bilim adamlarını, yüksek öğrenim öğrencilerini hedef aldıkça aydınlarla iktidar arasında büyüyen uçurumlar daha da genişliyordu. Sadece Türkiye’nin büyük bir bölümünü teşkil eden köylüleri arkasına alır gibi gözükerek aydınları eziyor, sürüyor, dövdürüyor ve her türlü davranışlarla sindirmeye çalışıyordu. Oysa aydınların, basının yanında muhalefet partileri vardı ve onları destekliyordu. Mecliste de muhalefete büyük baskılar yapılıyor, aşırı solculukla itham edilerek kendilerini memleket severlik seviyesinde görüyorlardı. Ülkenin yer altı ve yer üstü zenginliklerini dile getiren öğretmenler en kötü ithamlarla susturuluyordu. Yabancı firmalar ülkenin petrol yataklarını “burada petrol yok” diyerek mühürlüyordu. Türk aydını petrolün ve diğer zenginlik kaynaklarının millileştirilmesi için yürüyüşler, mitingler yaptıkları zaman karşılarına sopalı ve silahlı militanlar dikerek ikinci bir miting grubu oluşturuyorlardı ve iki grup arsında çatışma çıkarıp muhalefet yanlılarını tutukluyorlardı veya işten atıyorlardı. Vatan cephesi adı altında halkı örgütlüyorlar, adam kayırma rüşvet tüm hızıyla devam ediyordu. Siyasal havalar iyice sertleşiyordu. Ocak başkanları, bucak başkanları devleti tek elinde tutuyorlardı. Ülke iyice siyasal bunalıma girmişti. Şartlar böyle olduğu halde okulda öğretmenlerimiz bize pek bir şey anlatamıyorlardı. Bizim işimiz okumak ve sınıf geçmekti. Hiçbir şeyden habersiz öğrencilik yaşamımız sürüp gidiyordu. Bendeki tek tutku yazar olmak, şiir yazmak ve derslerime çalışmaktı. Siyasal bir yönüm olmadığı için çekinen öğretmenler sanat ve edebiyat alanındaki çalışmalarımı destekliyorlar bu nedenle de beni seviyorlardı. Okulun öğrenci derneği yoktu. Okul müdürümüz neden müsaade etmemişti bilemiyorum. Sadece diğer eğitsel kollar vardı. Onlar da yayın ve edbiyat kolu, fotoğrafçılık kolu, resim kolu, müzik kolu.. vb. kollar vardı. Bana henüz lisenin ikinci sınıfında iken tüm okulun yayın edebiyat kolunu vermişlerdi. Okulun genel başkanı idim. Müzik ve yayın stüdyosunun anahtarını verdiler, okulun yayın, edebiyat ve müzik faaliyetlerini okul hoparlöründen gözetici öğretmenin rehberliği ve gözetiminde sürdürüyordum. Okul içi ilanlarını da ben yapıyordum.
Bir ara Edirne 2DE YAYINLANAN Damla dergisinin temsilciliği ile Konya’da yayınlanan Dağarcık ve bazı dergilerin de temsilciliklerini de yapıyordum. Ara sıra şiirlerim yazılarım yayınlanıyordu. Dergileri de okulda satmaya çalışıyordum. Özellikle Türk Folklor Araştırmaları dergisi ile Toprak dergisinden uzun zaman yararlandım, okuyucusu oldum. Yazdım. Ayrıca Türk Yurdu Dergisi’ ninde etkisi bende devam ediyordu. Sürekli okuyucusu idim. Yaz tatillerinde uzak köylere giderek düğünleri, dini ve milli gelenekleri derliyor, maniler topluyordum. İlimiz gazetesinde yayınlamaya başlamıştım bile. Bu gidiş iyi bir gidiş idi. Ancak öğretmenim Şerif Bey “ Çok oku, az yaz, çok yaz, az neşret.”derdi. bunun anlamı da şu idi. Yarın yazılarım karşıma çıktığımda utanır hale gelmememi sağlamak içinmiş.
Bir yandan yazıcılık çalışmaları, öte yandan öğretmenlik ruhu… Cebrail meleğinin mesleği idi öğretmenlik. Öyle aşıladılar ki bizi, gün görmez, kuş uçmaz, kervan geçmez Anadolu’nun kurtuluşu bize bakıyordu. “ Bir kere görse gözüm köyün aydınlığını, kor bağlar yüreğimde o kızgın kül yığını…” şarkılar, türküler bizim kırbacımızdı. Pırıl pırıl bir Anadolu’yu oluşturmak için dünyaya gelmişiz. Köyün yolu, köprüsü, tarımı, sanayisi, elektriği, suyu, her şeyi bizimle gerçekleşecekti. Her köyde bir mimar olacak öğretmenlerden biri de bizdik. Düğünlerde, bayramlarda, eğlencelerde cahil Anadolu’nun gençleri vereceğimiz eğitim sayesinde artık kavga etmeyecekler, meydan düellosu olmayacaktı köy camilerinin avlusu. Halk eğitiminden de oldukça yoksun olan Anadolu halkı batıl itikatlardan kurtulacaktı. Bisiklete şeytan arabası, radyoya şeytan yapısı demeyecekti. Kurtuluşu, milli birlik ve beraberliği okumada arayacaktı. Yüksek kültüre susamış insanların yurdu olan Anadolu kollarını açmış bizi bekliyordu. Bilgisizlikten dudakları çatlamış, güneşten saçları yanmış yanık benizli köy çocuklarına ışık götürecektik. İnsanca yaşama bilgisini aşılayacaktık. Atatürk’ün başlattığı millet mekteplerinde de çalışarak ulusu ulus yapmaya çalışacaktık. Askerdeki kocalarına artık Ayşeler, Fatmalar başkalarına mektup yazdırmayacaktı. Kendileri yazacaklar, kendileri okuyacaklardı. Rengarenk ümitler ve ülkülerle bezeniyorduk bu sıralarda. Artık öğretmen olacağız ve her birimiz bir Atatürk idik. Gerekirse devrimlerin uğruna şehit olmayı göze alacaktık. Yolu, okulu olmayan bir köyde öğretmenlik varmış. Yeterince sıra, bir yazı tahtası ve bir köy odası bize yetip artacaktı. Yeter ki yüzde kırk olan okuma yazma oranı en az yüzde doksanlara çıksın. Bu ülküler damarlarımızın ta içine işlemişti bile.
Bir sabah kalktığımda marşlar, kahramanlık türküleri duyar oldum. Bu nedir dediğimde: İhtilal oldu dediler. Hava, kara, deniz ve jandarma komutanlıklarımdan seçme 38 subay ihtilal yapmıştı. Bu komutanlıkların adına millete hitaben bir subayın ateşli konuşmaları vardı. Duruma da hakim olmuşlardı. Siyasi iktidar mensuplarını göz altına almışlardı. Sonra yakın tarihimizde 27 Mayıs 1960 İnkılabı diye geçecek olan bu devrim hareketi bilinmiyordu ne getirecek ne götürecekti. Heyecanla sonucu ve mesajları bekliyorduk. Bir ara başbakanın da yakalanıp göz altına alındığını beyan ettiler. İş oldukça ciddi idi. Bu ihtilalin kansız olması beklenirdi. Çünkü kardeş kavgasına son vermek için yapıldığı ileri sürülüyordu. Atatürk devrimlerinin korunması, perçinleştirilmesi için, barış özgürlük ve demokrasi adına yapıldığı emre itaat edilmesi gerektiğini söylüyorlardı. Evet Cumhurbaşkanından tutun başbakan, bakanlar kurulu ve Demokrat Partinin tüm milletvekilleri ile yakinen ilgisi olan siyasal kişileri tek tek yakalayıp tutukluyorlardı. Gerekçe de şu idi: ülkenin insanlarını kamplara bölmek, vatan cephesi adı altında siyasal bir cephe oluşturmak, öğrenci ve öğretim görevlilerini mağdur etmek, 6 – 7 Eylül olayları (Rum dükkanlarını yağmalama) , Atatürk ilke ve inkılaplarına ters düşen olaylara göz yummak, kendi düşüncelerinden olmayanlara aşırı sol damgasıyla hakkında komisyonlar kurmak, memurların arkasına jurnaller takmak, haksız atamalar yapmak, sürgün etmek vs…
Bu yazının yazıldığı 1991 tarihinde bu eylemlerin bir çokları ilenmekte ama her hangi bir tepki olmamaktadır.)
Adalet Divanı kurulur. Siyasiler yargılanır. Bir başbakan ile iki bakan idam edilir. Bunların idam edilmemesi için bazı generaller ve ana muhalefet partisi lideri idamlara karşı oldukları halde infaz oldu bittiye getirildi. İdamlar gerçekleştirildi. (Otuz yıl sonra bu üç siyasi, demokrasi şehidi olarak anıtmezara nakli yapılacak ve devlet büyükleri saygıyla anacaktır.) okulumuza subaylar geliyor, öğrenci ve öğretmenlere devrimin nedenleri üzerinde konuşmalar yapılıyor, kent ve köylerde dahi mitingler düzenleniyor, 27 Mayıs’ın meşruluğu savunuluyordu. Hatta yeni yapılan anayasaya devrim hakkında konuşma yasağı konuluyordu.
1961… genç öğretmenler okulu bitiriyor. Bunların içinden biri de benim. Anadolu kollarını açtı beni bekliyor. Anadolunun bir ilçesine bağlı köy mezrasında bir köy odasında iki beşinci sınıfta, altı 4. sınıfta ve diğerleri, 1,2,3 ler… toplam öğrenci sayısı 38. sıra yok, yazı tahtası yok. Birinci sınıflar hariç diğerleri köyden naklen gelen öğrenciler.her şey yeniden alınacaktı. Ben daha kasabaya gitmeden kaymakam dersliği ve öğretmenin kalacağı odayı tutmuştu bile. Kasabada beni bekliyorlardı. Muhtar ve ihtiyar heyeti. Kulağı az işiten muhtarla önce köye gittik. O gece muhtarın konağında kaldım. Ertesi gün 30 ekimde mezraya gitmek için bir traktör geldi. Muhtar aynı zamanda köyün ağası idi. Köy ağası mahalle (mezra) ağasına beni teslim etti. Mahalle ağası hem ihtiyar kurulu üyesi hem de ağa. Adı Yaver. Gece Yaver Ağa’nın konağındayım. Yemekten önce yedi bardak çay içmeden yapamayan Yaver Ağa. Sofra kuruldu. Ama ne yazık ki çaydan karnımız iyice şişmişti. Sofra oldukça zengindi. Etlisinden tatlısına kadar. Hele meşhur katıklı çorbası. Başta onu içeceksin. Sonra da diğerlerini yiyeceksin. Yemeği yedikten sonra köylüler toplandı. Şuradan buradan derken yataklar geldi. Yün yatak ve yorgan. Erkek serdi, çarşafladı. İyi geceler diyen çıkıp gitti. Son olarak Yaver ağa iyi geceler öğretmenim dedi. Yalnız kalmıştım. Yaşım henüz yirmi. Gurbet nedir bilmezdim. Acaba dedim neden beni evde değil de köy konağında misafir ettiler diye derin derin düşündüm. Biraz da üzüldüm. Çünkü doğup büyüdüğüm yörede misafiri evde ağırlarlardı da ondan. Acaba beni bu kadar yabancı mı gördüler de evde değil de köy konağında misafir ediyorlar diye düşündüm. Sabah oldu. Dersliğin köy odası olduğunu düşünemiyordum. Yeni açılmış pırıl pırıl bir bina sanıyordum. Ağa ile dershanenin bulunduğu yere gittik. Dershane dedim. Çünkü tek derslikli bir köy odasıydı. Mezranın tüm kadınları, erkekleri, çocukları dersliğin önünde toplandılar. Saçı başı dağınık, sümüğünü silemeyen, yalın ayak çocuklar, ayaklarında Ankara lastiği bulunan, baş örtülü, dört etek giysili, yanık benizli kadınlar, palabıyıklı, ayaklarında lastik, yelekli erkekler… hala gözlerimin önünden film şeridi gibi geçen tablo. Yaşlılık özentisi içinde olduğum dönemdi. Kalın palto, başımda fötr şapka, elimde baston kalabalığa yanaştım.Fötr şapkamı çıkardım. Onları selamladım. O saati hiç unutamam. Kendimi Başöğretmen Atatürk sandım. O ruhla, o idealle göreve başlıyordum. Etkili duygusal bir konuşma yaptım. Eğitim ve öğretimin önemi üzerinde durdum. Ülkenin okuma yazma oranının düşüklüğünden söz ettim. Ulus okulunun da açılacağını müjdeledim. Beni alkışladılar. Onur duydum. Görev aşkım yücelmişti. Yarın herkes çocuğunu okula göndersin dedim. Zaten okula ve öğretmene susamışlardı. Binbir güçlükle okula, öğretmen kavuşmuşlardı. Halk seviniyordu. Mutlu günlerden birini yaşıyorlardı. Bu mutluluktan ben de payımı alıyordum.
Öğretmen okulunun altı yılda verdiği memleket ve millet sevgisini yaşayarak tatmak ne güzel mutluluktu.evlenmek, para kazanmak, ev bark sahibi olmak aklımın ucundan bile geçmiyordu. Önümde beni bekleyen bir toplum vardı. Filizlenmekte olan geleceğin kuşağını, ülkenin geleceğinden başka ne düşünebilirdim. Akzambaklar ülkesinin kahramanıydım sanki.gece gündüz hep görevlendirildiğim köyün insanını düşünürdüm. Onlara neler verebilirdim, onlarda hangi değerler vardı? Bu değerleri nasıl açığa çıkarabilirdim? Yediden yetmişe, herkese.. gündüz yedi – on dört yaşlarındaki bilgiye susamış yavrulara, cumartesi- Pazar okuma yazma öğrenmek isteyen kadınlara, geceleri de erkeklere… böyle düşünüyordum, herkes benden çok şeyler bekler biliyorum.
Bir Pazar günü idi. Otuz hanelik mezra yerleşiminde okulun zilini çaldırdım. Okuma yazma bilmeyen kadınlara ders verecektim. Kimisi defter kalemle, kimisi elinde bebesi ile gelen kadınlarla okul doldu. Sultan geç kalmıştı. Yaver Ağa’nın gelini. Okul bahçesinde karlı havada ayağı kaydı düştü.kadınlar güldü ona. Sultan kızardı ve “ Allah ……..in belasını versin” dedi. Kastettiği kişi devrimi gerçekleştiren kişi idi. Oysa bu zat ve kurulu okuma yazma seferberliği ilan ederken halkın mutluluğunu düşündüklerindendi. Otuz kadın dört ayda okuma yazma öğrendi.sonra da teşekkür etmeyi de unutmadı.
Dershanemiz bir köy odası idi. Odanın içi sedirlerle çevrili, iki camlı, toprak ev. Yazın tozundan, kışın karından etkilenmemesinin imkanı yoktu. Üstü toprak. Köylüler kar yağdığı zaman su sızmaması için kendi evlerini yaptıkları gibi okulun damını da küremeyi unutmazlardı. Yazı tahtasından tutun da, sıra, oturak eğitim araçlarından hiç biri yoktu. Çocukların naklen geldiği okulun müdürüne başvurdum. Oturdukları sıraları, kullanmadıkları araç ve gereçleri istedim. Ardiyede bulunan eski kırık dökük sıralardan epeyce aldım. Traktöre yükleyip okuluma getirdim. Keseri, testereyi aldım. Onları onarmaya başladım. Çocuklar da etrafımda beni seyrediyordu.
Bağlı bulunduğumuz köy oldukça büyüktü. Bir muhtar ki köyün en zengini ve ağası. Dört aza, dört de korucu vardı. Korucular mavzerli idi. Muhtar ağa ile aza ağalar atın üstünde, korucular yaya okula giderlerken gördüm. Yaklaştılar, selam verdiler. “ Ne yapıyorsun öğretmen? ” dedi ağa. Sıraları tamir ettiğimi söyledim. hemen derse başlamam gerektiğini emir verircesine söyleyince sinirlerim bozuldu. Kulağı az işiten muhtar ağaya yaklaştım. “ Sen önce okulun eğitim öğretim araçlarını al da ondan sonra konuş” dedim. “Çocuklar dizlerinin üstüne otursunlar öyle ders yap” deyince “Burası mahalle mektebi değil, cumhuriyet ilke ve amaçları doğrultusunda eğitim ve öğretim yapacak bir kurum olmalıdır” dedim. Başkaca cevap vermeden atlı vaziyette hızlıca hemen uzaklaştılar. Mezra halkı salmayı köye verirlerdi oysa. Köy bütçesinden karşılanması gereken masrafları kendi aralarında toplayarak okulu donattılar.. böylece eğitimi sürdürmeye devam ettim.
Günlerden bir gün, Hüseyin geldi odama. “Ağa tapulu arazimize kendi davarlarını zorla sokuyor, bizden zorla, dayakla, küfürle salma topluyor. Artık öğretmene kavuştuk. Şimdi muhtarlık işi var. Sen önder ol da mahalleyi muhtarlık yapalım…” gibi sözlerle beni bir hayli duygulandırdı. Gencim, yaşım henüz yirmi. Gençliğin verdiği heyecan memleket sevgisiyle yoğrulunca gelin de durdurun beni. Gerekçeli dört nüsha dilekçe ile köyün bireylerinin imzalarını taşıyan kağıtları hazırladım. İç işleri, Milli EğitimBakanlığı Valilik ve kaymakamlık olmak üzere postaya verdim. Ön yazının altında benim adım ve imzam vardı. Birkaç ay sonra referandum için yazı geldi. Geldi ama Valilikten de köyün işlerine karıştığım için bir ihtar da bana geldi. Milli Eğitim Müdürlüğünden toplumla yakından ilgilendiğimden güzel cümleleri ihtiva eden bir başka yazı daha.
Muhtar Ağa ve azalar boş durur mu? İmza koyan elli kişiden red dilekçesini kaymakama verdi. Muhtarlık işi böylece yattı. Yattı ama imza koyan kişilerle beni, Muhtar Ağa öyle bir tongaya düşürdü ki ertesi yıl için alel acele başka bir köye gitmemi sağladı. Köylüler de karakolda bir ton dayak yedi.
Bir akşam köyün mahalle temsilcisi durumunda bulunan İhtiyar Kurulu üyesi Yaver Ağa beni ve kardeşimi akşam yemeğine çağırdı. Yaver Ağa namazlı, abdestli, hakkı, hukuku bilen, saygı değer bir ağa. Mahalleye gelen misafirleri genelde o konuk eder. Sorunlarıyla o ilgilenirdi. Ben de bir bakıma onun konuğu sayılırdım. Yemek ve sohbetten sonra Yaver Ağa ayağa kalktı. Öteki odaya gitti. Bir çifte ile dolu mermilik getirdi. Al öğretmenim. Bu sende kalsın. Benim çocuğum dahi olsa sana bir kötülük yapana bunu kullanırsın dedi. Tüfeği bana verdi. Tüfeği bir kenara dayadım. Tekrar sohbete daldım. Dokuz taş oynadık. Saat 24.00ları gösteriyordu. İzin istedim. Kapıya kadar uğurladı. Bir köy odası olan evime geldiğimde evimin penceresinin açık olduğunu gördüm. Etrafıma baktım. Masada bulunan yazı makinesi yerinde yoktu. Bu makineyi dört yüz lira maaş aldığım zaman 450 liraya peşin almıştım. Yepyeni, güzel bir makine. Bu makine ile şiirler, makaleler yazıyordum. Dergilere, gazetelere gönderiyordum. Evimde bulunan değerli eşyalardan biri yazı makinesi, diğeri batarya ile çalışan radyo idi. Radyom duruyordu. Ama yazı makinem kapağı ile birlikte yoktu.
İlçede kaymakamlığa vekalet eden bir yüzbaşı vardı. Beni çok severdi. Kaymakamdan dolayı hakim ve savcılar da beni çok severlerdi. Ayrıca ortaokul müdürü, öğretmenleri, posta müdürü, hükümet tabibi, ziraatçi ve diğer ilçe başkanları… yazı makinemin çalındığını anladım. Telefon olmadığından kardeşimi ilçeye kaymakama durumu bildirmek üzere gönderdim. Sabahleyin bir müfreze jandarma, başlarında kıdemli başgedikli olmak üzere mahalleye geldiler. Ellerinde bir liste. Hemen ismen okudular. Kişiyi sıraya koydular. İlçeye sanık olarak götürdüler. Başgedikli ayrıca beş kişinin adlarını da bana yazdırdı. Onları da sen getir dedi. Tam elli kişi… köylüleri jandarma götürürken o kadar üzüldüm ki arkalarından gözyaşı döküyordum. Diyordum ki; “ben bu köye niçin geldim, asıl görevim ne idi, şimdi bu köylüleri ben ne duruma getirdim? ” az sonra beş kişiyi de ben götürdüm. Geri döndüm. Gece biri üstlendi. Ama diğerlerini henüz salmamışlardı. Bir gün sonra gittiğimde o kadar üzgündüm ki içim içimi yiyordu. Jandarma karakoluna gittim, başgedikliye sordum: “Bunların hepsi suçsuzdur, onları döve döve elim şişti” dedi. Benim affetmemi ister gibi bir tavır içinde olduğunu hissettim. Zaten ben de köylüleri kurtarma ya gitmiştim. Ama cesaret edemiyordum. Bir ara bunları salıver demem yetti. Delil yetersizliğinden hepsini salmaya karar verdik. Ancak karakola gitmeden önce bir asker bana; “Hocam Allah vardır Allah var” diyerek bana sitem etmişti. Çeşitli odlarda bulunan köylülere bir çuval ekmek, zeytin ve sigara alıp onlara dağıttım. İki günden beri açmışlar. Aynı gün onları karakoldan kurtardım. Bir daha onların yüzünü göremedim. Köye gitmekten de çekindim. Alelacele başka bir ilçenin bir köyüne tain edildiğim zaman haber aldım ki muhtar ağa korucuları eve sokmuş, daktiloyu çaldırmış, sonra da muhtarlık isteyenlerin listesini eline almış, onları suçlu sayarak karakola sevk etmiş ve onları iyice dövdürmüş. Ayrıca benim de o köydeki sevgi ve saygı seviyemi yok edip intikamını böylece almışlar.
Artık benim bu köyde kalıp onlara hizmet etme olanağım kalmamıştı. Okullar da açılmak üzereydi. Kutsal görevimi başka köylerde yerine getirmek zorunda kaldım< köylüler meğer ellerinde bir sürü iftira paketiyle il valisine giderek şikayet etme gereğini duymuşlarsa da vali; ”İdealist bir öğretmenin bu şekilde suçlanmasını istemiyorum” diyerek vatandaşın dilekçelerini kabul etmemiş meğer. Benim konumla ilgili vali ve milli eğitim müdürü kendi aralarında görüşmüşler ve benim o köyden alınmamın yerinde olacağı kanısına varmışlar ki bir dilekçe ile önce nakil isteğimi, sonra da bir hafta süreli izinli sayılma dileğimi hemen kabul etmiş oldular. İlçeye döndüğümde İlköğretim Müdürü’ne izinli olduğumu söyledim. ancak bir hafta dolmasına karşın tainimin yapılmadığını gören İlköğretim Müdürü benim behemehal görev başına gitmemi emretti. Köye gidersem köyün mağdurlarınca bana ne yapılacağını bildiğim için tekrar valiliğe giderek İlköğretim Müdürü’ne
Bir dilekçe daha vererek “tainimin yapılıncaya kadar izinli sayılmamı” içeren dileğimi iletince dilekçemi müdür suratıma fırlattı. Böyle dilekçe olmaz! ” dedi. Yanımda müfettişim de vardı. Bu durum karşısında kırıldım. Gururum beş paraya indi. Bu bir mesleki cehaletin sonucu idi. Özellikle beni çok başarılı bulan müfettişimin yanında bu duruma düşmem beni bir hayli yaraladı. “Git bir hafta süresince izin talebinde bulun! ” dedi müdür. Ben de çıktım durumu kalemdeki bayanlara anlattım. Onlar bana bir dilekçe daha hazırladılar ve imzalattılar. Biraz üzüntülü biraz mutlu tekrar ilçeye döndüm. Elden getirdiğim izin yazısını İlköğretim Müdürü’ne uzattım. Müdürün pek hoşuna gitmemişti. Ama emir büyük yerden geldiği için yapacağı bir şeyi yoktu. İlköğretim Müdürü de oralı olduğu için tekrar o köye dönmemi ve başıma yeni dertler açmamı ister gibiydi. Aradan bir hafta geçtiğinde tekrar İlköğretim Müdürü’ne gittim. Tainimin bir başka köye yapıldığını söyledi. Yazımı yine elden aldım ilçe yetkililerine götürdüm. Böylece ne emellerle göreve başlamış olduğum ilk köyümden ayrılmış oldum.
İkinci köyüm.. burası Hüyük köyü. İki derslikli okulu ve öğretmen lojmanı bulunan bir köy. Köy vadiyi andıracak kadar kuytu bir yerde kurulmuş. Bir yanı tarihi olduğu söylenen koca bir tepe. İçi mağaralarla dolu. Köy adını buradan almış.. yetmiş öğrencisi var. Öğretmen olarak bir ben varım. Hepsini bir sınıfa topladım. Münavebeli ders yapıyorum. Burada da ikilik vardı. Eski muhtar, yeni muhtar arasında kamplaşma belirginm durumda idi. Halen görev b aşında bulunan muhtar Abidin’le iyi geçinmek zorunda idim. ağabeydin beni bir gün evine çağırdı. Yemek yeyip, çay içip sohbet ettikten sonra “köyü güzelleştirme derneği” adında bir derneği bulunduğunu, bu derneğin bir hayli kitaplarının olduğunu söyledi. Kalktık, baktık. Gerçekten de sandıklar içerisinde çok kitabı olduğunu gördüm. Çeşitli yerlerden yardım alarak toplanan bu kitapların hala neden sandıklar içerisinde saklandığını sordum. Doyurucu bir yanıt alamadım. Halkın yararına sunulması gerektiğini söylesem de muhtar ağabeydin oralı olmadı. Ben de bir gün oturup durumu bir yazı ile kaymaklığa bildirdim. Kısa bir süre sonra kaymakamlıktan bir yazı gelir” okul müdürünün nezaretinde okul demirbaşına kaydı yapılarak öğrencilerin yararına sunulması şeklinde bu yazıyı muhtara gösterdim. Meğer kaymakam onlara da yazmış olacak ki dernek başkanı ile kaymakamında haberi varmış.. köyün işlerine karıştığım için halk bana cephe aldı. Geceleri toplanıp bana yapacakları kötülükleri konuşuyorlarmış. Aralarında Osman adında bir genç konuşmaları aynen bana getiriyordu.canıma kıyacak kadar önemlim kararlar aldılarsa da başaramadılar. En sonunda beni köyodasına çağırıp yalvarırcasına derneğin feshedilmesi için yardımcı olmamı istediler. Dernek tüzük gereği çalışmıyordu. Yarenlik adı altında bulunan geleneğin işlemesi için bir örgütten başka bir şey değildi. Ekonomik durumu iyi olsun olmasın sırayla gençlerin her akşam bir davar kesmesi gerekiyordu. Kesmeyen cezalandırılıyordu. İşte böyle bir dernek. Bu adetlerden vazgeçilmesini,kitaplığın okul müdürünün gözetiminde halkın yararına sunulması kaydı ile köyün ileri gelenleri ile anlaştık. Böylece kriz sona erdi.
Köyde Ömer Ağa adında yaşlı bir zat vardı. Siz öğretmensiniz, siz bir şey öğretmiyorsunuz, o da dindir.” de dururdu. Öğretim yılı sonu gelmişti. Çocukların karnelerini hazırladım. Son günde karneleri dağıttım. Geçen geçti kalan kaldı. Aralarında birinci sınıfta okuyan emine de kalmıştı. Çünkü o okuma yazmayo öğrenememişti. Aynı günün akşamı Emine’nin babası geldi. Adı Hasan. Hasan Ömer Ağa’nın oğlu. Yani Emine Ömer Ağan’nın torunu. Hasan; “Öğretmenim beni babam gönderdi, sana şu kadar yağ, şu kadar un, şu kadar yünü peynir… benim Emişne’yi sınıf geçir” dedi üzüldüm. Ben böyle bir şeyi kabul etmem. Size öğretmen rüşvetle sınıf geçirir diye kim söyledi diye kızdım. Ben bir şey istemiyorum. Emine senin kızın, Ömer Ağa’nın torunuysa benim de öğrencim., benim de yakınımdır dedim. Zaten evrakları tamamlamıştım. Birinci sınıfta bulunan ve okuma yazma bilmeyen çocukları gece gündüz özel ders verdim. Okuma yazmayı öğrendikten sonra sınıflarını geçtiler..bunu gören Ömer Ağa bir gün yoluma çıktı. “dur öğretmenim bütün öğretmenler senin gibi karşılık beklemeden çalışırlar, rüşvet almazlar” dedi. Evet Ağam dedim. Dur gözlerinden öpmek istiyorum dedi ve gözlerimden öptü.
Birkaç gün sonra bir jandarma geldi. Askere gitmem gerektiği ile ilgili bir yazı tutuşturdu elime.. üç gün içinde eğitim tugayıma teslim olmamı emrediyordu bu yazı. Eşyalarımı bir traktöre doldurup köyden uzaklaşırken öğrencilerim. Veliler tüm herkes ağlıyordu. Ben de ağladıkça bir cenaze törenini andırıyordu. Bundan sonra bambaşka bir dünyam oluştu bende.
B ir yaz tatili sonrası idi. Memleketime izinli gelmiştim. Bir gün bir söylenti köyde yayılmaya başlamıştı. Ahmet adında birsinin Yakup adında birini vurarak öldürdüğü söylentisi. Bir ara bir jandarma geldi. Karakoldan istendiğimi söyledi. Karakol komutanına gittim. Komutan “ağabeyin seni ilçe jandarma karakolunda bekliyor.” Dedi. İlçeye karakola vardığımda Yakup adındaki şahsı ağabeyimin vurduğunu ve bu nedenle nezarette bulunduğunu söylediler. İlçe jandarma karakol komutanı ağabeyimle görüştürdü. Gerçekten onun vurup vurmadığını öğrenince “ben vurmadım, iftiraya uğradım” dedi. Yirmi dört saatten fazla nezarette olduğunu, yasal kuralla tutuklanması gerektiğini ve bu sebeple savcıya gidip durumu bildirmemi istedi. Ben de savcıya gittim. Ağabeyimin iftira sonucu yirmi dört saatten beri karakolda gözetim altında olduğunu ifade ettim. Savcı dileğimi kabul etti. Hakime sundu. Hakim de tutuklama kararı çıkararak tevfik etti. Ancak sonradan öğrendiğimize göre olay şöyle cereyan etmiş:
Ölü Yakup ile yakın komşusu Şükrü’nün aralarında değirmen yüzünden anlaşmazlık varmış. Şükrü Yakup’u vurmayı tasarlamış, ancak bu işi bir başkasına yaptırmayı daha uygun görmüşler. Daha önce aranmakta olan Osman adında birini çağırıp, öldürme işini ona yaptırmak için her türlü tuzak hazırlayarak suçu ağabeyime yüklemek için bir plan hazırlamışlar. Ağabeyimi çağırıyorlar. Ağabeyim de kaçak idi. Aranıyordu. Ona bir mavzer veriyorlar. Yakup’un çocuklarının çalıştığı tarlanın yanından geçiriyorlar. Bir de mavzer hediye ediyorlar. O esnada kiralık katil olan Osman diğer taraftan ateş eder, Yakup’u vurur. Ağabeyim de korkar, mavzer elinde kaçmaya başlar. Bunu görenlerde olur. Böylece suç tamamen ağabeyimin üstüne kalır. Mahkeme ağır cezaya kaldırılır. Olayı yeni duyan babam köye gelir. Jandarmaların çemberi altında arabaya bindirilip nereye götürüldüğü belli değil şaibesini duyar. Babam ile acele ilçe karakoluna gittik. Ağabeyim asker kaçağı olduğu için tümene götürüldüğünü yetkililer söyleyince babam biraz rahatladı. Birlikte tümene gittik. Bir astsubaya ağabeyimi aradığımızı söyledik. O da bizi hapishane astsubayına götürdü. Hemen bize görüştürme olanağı sağladılar. Meselenin iç yüzünü orada öğrendik. Bilahare sivil tutukevine gönderdiler. Biz de babamla geri döndük. Babam orman teşkilatında memurdu. O görevine gitti. Ben de köyüme döndüm. Evin ölen kişilerce basılacağı ve hepimizin öldürüleceğini duyunca gece evi terk ettik. Bir büyük ağabeyimle bir değirmende saklanarak o geceyi sabah ettik. Benim küçüğüm de habersizdi. İstanbul’dan geldiğinde o gece evde kalmış, ancak herhangi bir saldırı söz konusu olmamış. Artık düşman sahibi olmuştuk. Ertesi gün köyde bulunanların hepsiyle birlikte bir başka ilde görev yapmakta olan babamın yanına gittik. Böylece köyü terk etmiş oluyorduk. Bir süre annem ve kardeşlerimle birlikte babamın yanında kaldıktan sonra kız yeğenim, annem ve bir büyüğümle birlikte görev yaptığım ortaanadoluda bir köye geldik. Bir süre onlar yanımda kaldılar. Bir büyüğüm biraz alıngandı. Bir nedenle yeğenimi ve annemi de alıp tekrar babmın yanına döndüler. Ben köyde yalnız kalmak zorundaydım. Aradan bir süre geçtikten sonra annem tekrar yanıma geldi.ama çok üzüntülüydü. Günler, aylar geçti. “Kardeşim TC kanununun/ maddesi uyarınca idam edileceğim, acele avukat tutun” diye ağabeyimden bir mektup aldık. Mektubu gizli okudum. Sonra annemin yanına gittim. “anne acele memlekete gidip avukat tutacaksın” dedim. Birinden borç aldım. Bir miktar parayla annemi gönderdim. Gecenin bir yarısında babamın bulunduğu evin kapısını çalar; “Oğlum idam edilecek hala uyuyorsunuz! ” diyerek yastıkta sakladığı parayı da çıkararak babama verir. Ertesi gün iki avukat tutarlar. Duruşmalarda idam cezası müebbete çevrilir. İyi hallerinden dolayı yirmi dört yıla düşer hapisliği. 12 yıl yattıktan sonra genel af sonucu tahliye edilir. Ancak üzüntüden babama felç iner. Yedi yıl yatalak halde yaşadıktan sonra Allah’ın rahmetine kavuşur.
O zamanlardan beri hiç suç işlemeyen ağabeyim nihayet bir trafik kazsı sonucu 67 yaşındayken vefat eder. Genç eşini ve üç çocuğunu geride bırakan ağabeyim şimdi memleketi olan bir belediye mezarlığında. Sadece 23 yıl özgürlük içerisinde yaşayabilmiştir.
Bu öykü gerçek yaşamdan alınmıştır. Bugün 2002. ocak ayının biri… bundan 32 yıl önce geçen serüven dolu yaşamım 6 yıl sürmüştür. Bu 6 yılı satırlara nasıl sığdıracağımı bilemiyorum. Ama dayanabildiğim ana kadar anlatmaya çalışacağım. Okuyucum için önemli olmayabilir gerçi bu öykü… ama benim için önemli bir dönemdir yaşamım içinde. Sevgim ve serüvenlerim 6 yıl boyunca bir gizem olarak kaldı yaşamımda. Altı yıl içinde bazı olaylar açığa çıkmış, kimisi haklı görmüş, kiminsin de yadırgamış olduğunun bilincindeyim. Ama kim ne derse desin kim ne düşünürse düşünsün. Bu gerçek bir sevgi, hem de delicesine olan bir aşktı bu.
Aşk eğri bacakları düz gösteren bir hastalıktır derler. Tüm çirkinlikleri örtbas eden, duygu ve düşünceleri heyecana katarak gözü budaktan esirgemeden gelişen bir serüvendir sevgi denen hastalık.
Ben de sevdim işte. Koşullar ne olursa olsun bu duygularımı kimse engelleyemezdi. Bu öykümü geçmişte beni yadırgayanlara haklılığımı göstermek için kaleme aldım. Beni tanıyanlar, öyküde geçen isimler, yer ve zaman hakkında değişik yorum getirmenin kimseleri rahatsız etmeme düşüncesini gütmemden kaynağını almaktadır. Benimle alakalı ilişkileri hariç olmak üzere bugüne değin sözünü edeceğim onuruna, mutluluğuna, yaşam biçimine, toplumsal yerine gölge düşürmeme konusunda elimden geldiğince özen gösterdim. Özen göstermeye de devan edeceğim. Ayrılışımız çeyrek yüzyıl oldu… Evet, tam çeyrek yüzyıl sonra tüm anılarımı yazmadan gözlerimi kapamayı düşünmedim. Bu nedenle anılarımı süsleyen bu serüveni yansıtıyorum.
Bir sonbahar sabahı… Pırıl pırıl bir güneş… mutlu düşlerin omuzları okşayan bir meltem rüzgarı. Bir orkestra terennümünü andıran cıvıl cıvıl ötüşen kuşlar, vızıldayan arılar, kanat kanat uçuşan kelebekler, yemyeşil ovanın ortasında kurulu hizmet binası… Birbirlerini merak eden iki genç. Hepsi bir arada. Onlar bizlerdik. Saat 9’a doğru… Elini kolunu sallaya sallaya gelen buğday tenli, uzun saçlı, orta boylu, kalem kaşlı, çanta omzunda bir güzel kız geliyordu benim bulunduğum binaya doğru. Gerçekte ulusal ve insancıl düşünceler yatıyordu her ikimizinde benliğinde. Sevda yönünü ne ben ne de o kesinlikle düşünmüyorduk. Sevda güzel kızdı. Nazik idi. Kültürlü bir gençti. Oturup kalkmasını, konuşmasını, insancıl ilişkileri oldukça örnek düzeydeydi. Tabi benim de aynı özelliklerde olduğum bilahare kendi ifadelerinden anlaşılıyordu.
Artık günün sekiz saati birlikteydik. Birlikte oturuyor, birlikte yiyiyor, birlikte geziyorduk. Birbirimizi kıracak hiçbir davranış veya sözümüz olmazdı. Aylar yıllar geçiyordu. Hep birbirimizi arıyor, görmediğimiz günlerde birbirimize özlem duyuyorduk. İkimiz de öğretmendik. Aramızdaki kıdem farkı sadece on yıldı. Ben hem sınıfa giriyor, hem de yöneticilik yapıyordum. Ona karşı bir yönetici değil, bir rehberdim. Sevda. ve.) birleştirilmiş sınıfları, ben de birinci devreyi okutuyordum. Onun sınıfını benim sınıfımı süslerken ayrım yapmıyordum. Eğitim öğretimde ona yardımcı oluyordum bildiğimce. Dinlenme saatlerinde eğitim konuşmalarının yanı sıra, kültürel, sanatsal, edebi konularda da sohbetlerimizi sürdürüyorduk. Ara sıra şiirden de söz ederdik. Özellikle bir ulusal gazetede tefrika halinde yayınlanmakta olan güfte ve besteci Yusuf Nalkesen’in yazılarını okuyor yorumlar yapıyorduk. Bu yazı dizisi bizi bir hayli etkilemişti. Bu etki yaşamımıza girecek gibiydi. “Ağacın Altında” adlı seri bu dizinin ilk basamağını hazırlıyordu. Ben atatürk’ü çok seviyordum. hala bu sevgim içimde saklıdır. O da Atatürkçü idi.atatürk’ün ülkemize kazandırdıklarını gözyaşlarıyla okuyorduk. O yıllarda ülkede sağ- sol kavgaları oluyordu. Bu nedenle askerlerimiz hükümete bir muhtıra vererek ülkenin içine düştüğü kardeş kavgasına verdiği son toplumu bir hayli etkilemişti. Askerler haklıydı. Ancak idamlar üzerinde düşündürücü hukuk sorunlarının olduğu kanaati vardı bazılarınca. Deniz gezmiş ve arkadaşları idam edilmişti. Bu üç kişi hiç kimseyi öldürmemişti. Sadece düşüncelerinden dolayı ölümü hak etmişlerdi.düşündürücü yanı bu idi. Sevda ağlıyordu yanımda. Atatürk Türkiye’sinde neden düşüncelerin egemen olmadığını söylüyordu. Ben yaşamım boyunca siyaset ve ideolojik bir düşünce taşımadım. Bu nedenle konun iç yüzünü de pek bilmiyordum.
Sevda; ilerici, çağdaş, Atatürkçü bir öğretmen idi. Onun bu tutumu benim sevgimi de kazandırmıştı. Yalan söylemeyi bilmezdi. Hiçbir alanda aşırılığı yoktu. Dürüst ve namuslu idi. Şakacılığı ve nüktedanlığı da ayrı bir özellik taşırdı. Şimdi o beni ben onu beğeniyordum. Ama aşık değildim sadece seviyordum. O da beni seviyordu. Sevişiyorduk, bu sevişme oldukça seviyeli idi. Zaten iki öğretmendik bir okulda. Biraz da iyi anlaşma zorunluluğumuz vardı. Ama bu zorunluluk eğitim çatısı altında sevgiyi büyüttü büyüttü aşka dönüştürdü zamanla. Hatta bir gün Sevda’nın küçük bir sözü yüzünden biraz kırılmıştım. Bahçeye çıktım. Gezintiden sonra öğretmen odasına geldiğimde neden ağladığını sordum. Ban; “Bir daha bana küsme” dedi. O dersine, ben dersime girdik. Okulca gezilere gidiyoruz, gülüyoruz, eğleniyoruz. Hiç unutamam bir mayıs günü kıra geziye gittik. Öğrencilerle yağmura tutulmuştuk. Birbirimizi nasıl korumuştuk. Bu sevgi eğitimdeki başarımızı da artırıyordu.
Zaman geçtikçe beni kızlardan kıskandığını görüyordum. Bir gün deneme mahiyetinde bir kıza baktığımda “nereye bakıyorsun, kıza bakıyorsun değil mi, ben de başkasına bakarsam ne olur ki? ” dedi. Böylece jeton iyice düşmüş oldu. Demek ki beni iyice seviyordu, bu davranışıyla anlamış oldum.
İki yıl geçti, bu iki yılın ayrıntılı anılarımı şu an hatırlamıyorum< ülke genelinde yayınlanan gazete ve dergilere yazılar yazıyordum. Bir yandan da bir dergi çıkardım. İkimiz mesleki bir kitap hazırladık. Basılan kitabın sadece önsözü bana aitti. Eserin yazarı kendisi oldu. Çünkü ben böyle olmasını istedim. Sevda, onun küçük kardeşi ve ben çalıştığımız ildeki tüm okullara dağıtımını birlikte yaptık. Okul yöneticileriyle işbirliği yaptık. Sevda bu alanda bir hayli para kazandı. Özel reklamları da birlikte aldık. O artık bir yazardı. Kitabı vardı. Aradan bir süre geçti. İlçenin ileri gelenlerinin de yardımlarıyla bir yerel gazete çıkarmaya başladım. Kısa bir süre sonra Sevda bu gazeteye ortaklık önerisinde bulundu. Ben de kabul ettim. Gazete basımı için başka matbaalara paramız akıyordu. Bu nedenle gazetenin bir de matbaası olsun dedik. İkimiz senet vererek bir kol makinesi aldık. Bu defa işler iyi yürüyordu. Günlük harçlığımızı matbaanın gelirinden karşılıyorduk. Hatta annesinin her çarşı pazarından matbaaya gelerek kasadan para aldığını anımsıyorum. Ancak iyi bir yanı Sevda’nın yetişkin kardeşleri matbaada harf diziyorlardı. İşçiliğinden yararlanıyorduk. Bizler adli, idari ve güvenlik kadrolarınca sevilmeye başladık.Çünkü basın yoluyla gerek eğitimcilere, gerekse adli ve idari kadrolara yardımcı oluyorduk. Kısa sürede halk da bizi destekler oldu. İyi bir çalışma sürecinde idik. Gazetenin ortaklığına 19 yaşında kardeşini alınca ihbarcı biri tarafından savcılığa suç duyurusunda bulunuldu. Ancak hafif bir uyarıyla sıyrıldık. Hukuk müşavirliğine bir avukatı, yazı işlerini de bir emekli albaya verdik. Oldukça ciddi bir aşamada idik. Resmi ilanları da almaya başlayınca ekonomik durumumuz daha da gelişmiş oldu. İkili öğretim yapan okula karı – koca öğretmen atandığından matbaada çalışma olanağı daha da elverişli hale geldi. Artık öğlene kadar derse giriyor, öğleden sonra da Sevda ve kardeşleriyle saat 24’lere kadar matbaada çalışıyorduk. Herkes mutlu ve kıvanç içindeydi. Mali sıkıntımız olmazdı. Yiyoruz, içiyoruz, büyük bir birlik ve dostluk içinde günlerimiz geçip gidiyordu. Saygın bir çevremiz vardı. Siyasiler demeç vermek için yönetim yerimize geliyorlar, demeçlerini yayınlıyoruz. Onlar da 400 – 500 gazete toptan satın alıyorlardı. Kamu görevlilerinin de çalışmalarını halka ve yetkili makamlara duyurmak artık bizim işimiz olmuştu.
Birbirimizi hala seviyor, bu sevgimizi karşılıklı açıklamaktan çekinmiyorduk.Artık 7 – 8 saat ayrı kalabiliyorduk. Bütün bir gün birlikte bir kalp halindeydik. Öte yandan o beni, ben onu kıskançlık düzeyinde yakınlık duygularımızı açıkça söyleyebiliyorduk. Hatta yazı işlerinde görevlendirdiğimiz bir bayanı kıskandığından kısa süreli birbirimize darılmıştık bile... Kıskançlık yüzünden bayanın işine son verince mahkemelik bile olduk ama hukuk müşavirinin yardımıyla davayı kazanmış olduk.
………../
Sevda, kız kardeşi, erkek kardeşi ve ağabeyi hep birlikte el ele matbaada çalışıyorduk. Öğlen yemeğini evden getiriyorduk. Matbaada yiyorduk. Karlı bir kış günü idi. Matbaada bulunan teneke soba henüz yeni sönmüştü. Evden gelen yemeği ısıtmak gerekiyordu. Yanımda sadece Sevda’nın ağabeyi vardı. Yemeği ısıtmak için sobayı tutuşturmak gerekiyordu. Matbaada hurufatları silmek için yarım bidon benzin her an hazır bulunurdu. Öte yandan sobayı tutuşturmak için de gaz bidonumuz vardı. Yanlışlıkla gaz bidonundaki gaz yerine, benzin bidonundaki benzini sobaya dökünce, birden bir patlama oldu. Elimde bulunan benzin bidonu alevlenir, infilak eder, çevreye yayılır. Perde ile ikiye ayırdığımız matbaa tutuşunca Sevda’nın ağabeyi perdeyle yanmakta olan yangını söndürmeye başlar. Ağabeyi benden küçüktü. O yanar endişesiyle perdeyi aldım. Yangın (alevlere) alanına girdim. Meğer bidondan alevlenen benzin benim belden aşağı tarafıma sıçramış olacak ki alev beni tam anlamıyla sarmış oldu. Yanıyordum. Yuvarlanarak dışarı çıktığımı anımsıyorum. Ama büyük bir acı içindeydim. Yangın her tarafı iyice sarmıştı. Telaş ve bağırmalardan komşu esnaf da geldiler. Ben hala dışarıda lodos halindeki karın üzerinde yuvarlanıyordum. Üstümdeki alevler söndürülmüştü. İtfaiye gelmiş yangını söndürmüştü. Ama ben yanıklar içerisinde hastaneye kaldırıldım. İlk müdahale hastanede yapıldı. Birkaç saat sonra beni evime getirdiler. Benim yandığımı duyan Sevda, annesi, babası ve kardeşiyle eve geldi. Annesi oldukça tecrübeli idi. İki diş macunu aldılar. Yanık yerlerime sürdüler. Bir yandanda yumurtanın sarısını yağda pişirerek yanık yerlerime bağladılar. Herkes üzülüyordu. Bir öğretmen arkadaş da vantilatör getirdi. Soğuk vantilatör günlerce yaralarımın hararetini söndürmeye çalıştı. Doktor 40 gün bana dinlenme raporu verdi. Evde tedavi görüyordum. Kış tüm hızıyla sürüyordu. O yıl gerçekten çok kar yağmıştı. İki metereyi bulab kar her tarafı felç etmişti. İlköğretim Müdürü’ne Sevda’nın ağabeyinin yerime vekalet etmesini diledim. O da kabul etti. Ağabeyi 40 gün vekil öğretmenlik yaptı. Olaydan 20 gün sonra bir otomobil kiralayıp okula gittim. Sevda çok sevindi. Birlikte yedik, içtik, sohbet ettik. Dersten sonra hep birlikte evlerimize döndük. Bu günlerde dahi gerek Sevda, gerekse onun yakınları beni yalnız bırakmadılar. Göreve başladıktan sonra Sevda bana “Eşinle anlaşamıyormuşsunuz, sana bakmıyor, neredeyse seni kaçırıp otelde bakmayı düşündüm.” Dediğini iyice anımsıyorum.
Aradan günler, aylar,yıllar böylece ahenk içinde geçe dursun Sevda ile aramızdaki bağ neredeyse kemikleşmişti. Ancak ben evliydim. Bir erkek, bir kız çocuğum vardı. Çocuklarımı çok seviyordum. Oğlum henüz dört, kızım iki yaşındaydı. Oğlum ara sıra matbaaya gelirdi. Herkes gibi Sevda oğlumu öpüp severdi. Bir gün Sevda’nın ağabeyi evime gelmişti. Ona içki ikram etmiştim. O da oğluma birkaç yudum içki içirmişti. Çocukta sarhoş olmuştu. Çocuğumu o da sever dururdu. Bir yandan evliyim, öte yandan iki çocuğum vardı. İki dağın arasında kalmıştım. Ama kesinlikle yuvamı bozmak istemiyordum.
Bir şubat tatili idi. Eşim ve çocuklarımla eşimin ailesinin bulunduğu memlekete gittik. Bulunduğumuz yerden bir hayli uzaktı. 900 km’lik bir uzaklıktaydı bu il. Eşimin annesi oldukça sinirli bir kadındı. Eşim çocukları annesine bırakıp benden habersiz çeyiz beğenmeye gidince oldukça üzüldüm. Biraz da sitem ettim eşime. O da bana sert yanıt verince kavga başladı. Birbirimize girdik. Annesi müdahale etmek istedi. Ona da cevap verince çocuklarımla birlikte beni evden kovdular. O gece otobüs bulamayınca otelde kalmak zorunda kaldık. Gecenin yarısında eşimin babası geldi, çocukları aldı gitti. Sabah oldu. Otobüse bindim. Görev yerime saatler süren bir yolculuktan sonra varabildim. Okullarda açılmak üzereydi. Birkaç gün serseriler gibi dolaştıktan sonra okuluma döndüm. Sevda neden üzüntülü olduğumu sordu. Ben de olayı ayrıntılarıyla anlattım. Artık eşimden ayrılmak üzere olduğumu söyledim. “Üzülme, bunda da bir hayır var” dedi. Çok iyi niyetli olan Sevda eşime bir telgraf çeker. Der ki:”Trafik kazası geçirdi acele gel”… eşimin cevabı:”Ben onu aramıyorum, o da beni aramasın” diyerek telgrafla yanıt verir. Ben de adeta bunalıma girerim. Kız yeğenimi çağırdım. Artık yemeğimi yapar, çamaşırımı yıkar, ütüler derdime ortak ortak olmaya çalışarak beni teselli etmeye çalışırdı.
Yeğenim henüz 16 yaşındaydı. Ablam ikinci evliliği yapmıştı. Eniştem çok uzak olan memleketine götürmüştü. Oldukça ilkel bir yaşam sürdürmüş, kızının hasretine dayanamayan annem kızını ve torununu alıp getirmek suretiyle onları birbirinden ayırmıştı. Yeğenim henüz bir yaşındayken annem himayesine almış, öz anne gibi koynunda büyütmüştü. Ablam ise üçüncü bir evliliğini yaşamak zorunda kalmıştı. Yeğenim daha çok dayı olarak benim yanımda büyüme kaderini yaşarken Ortaanadolu’ da ıssız bir köyde bende 1. sınıfı okudu. Okuma yazma öğrenmeden askere gittim. İki yıl süren askerliğimin altı ayını sivil okulda tamamladım. Yeğenimin yanımda okumasını istemeyen eşimle o yıllar bir hayli gerginlik yaşadık. Yeğenim tekrar anneannesinin yanında kalmak zorunda bırakıldı. Babam felçli idi. Annem de oldukça yaşlı. Biraz benim biraz da diğer kardeşlerimin yardımıyla yaşamlarını sürdürdüler. Yeğenimde evin yanında bulunan gofret fabrikasında çalışarak beş on kuruş eve getirirdi. Çok akıllı, dürüst, vefalı, çalışkan, iffetli ama okur – yazar olmayan yeğenim sırf benim hatırım için geldi. Bana aylarca hizmet etti. Okur- yazar hale getirmeyişimden büyük bir vicdan azabı çektiğimi belirtmek isterim. Bunun da tek nedeni eşimin benim yakınlarımdan hoşlanmayışıydı. O sadece kendi ailesinin üzerine titriyor, maddi ve manevi alanlarda kendi ailesinin üzerine eğilmemi istiyordu. Hatta ailesinin dahi bu yapısını sürdürmesini istediğini anlıyordum. Aylarca kayınvalidem, baldızım, kayınım yanımda kalmasına karşın, benim annemin, babamın, kardeşlerimin bir gece bizde konuk olmasına razı olmuyordu. Bu ortamda yeğenim bana sahip çıktı. Ona minnettarlığımı unutamıyorum.
Okuldan eve gelirim, belki eşim gelmiştir diye umut içinde kapıyı açtığımda hayal kırıklığına uğrarım. Bu üç ay sürdü. Artık iyice bunalıma girmiştim. Artık yeter dedim. Ya gelsin yuvasına, yada boşanıp bende yuvamı kurayım istiyordum. Bu düşünceyle eşime telgraf çektim. Yuvasına dönmesini istedim. Aksi halde medeni yasa uyarınca evini terk maddesinden onu boşayacağımı söyledim.eşim cevabi telgrafında para postalamamı istedi. Bu para yol ücretinin on katı kadar bir şeydi. Neden bu kadar para istediğini hala sormadım. Ben de posta ile parayı gönderdim. 15 gün sonra küçük kardeşiyle kapıyı çaldığını gördüm. Bir baktım ki beir deri bir kemik… Çok kilo kaybetmiş. Belli ki o da çok üzülmüş ama gururuna yedirememiş. Aileside pek zorlamamış olacak ki aylar sürdü bu ayrılığımız. Yeniden hayat başlamıştı ama mazimiz kırgındı. Öte yandan kesin olarak ayrılmak istediğini telgrafta beyan etmesi karşısında Sevda ‘ya karşı daha çok ilgi duymaya başlamıştım. Sevda ile evlenebilirdik. Eşimden iyice ümidimi kesmiştim. Ama böyle oldu. Ruhsal yapım iyice karma karışık oldu. Artık Sevda’dan başka kimseyi görmüyordum. Eşim ara sıra bu gizli aşkımızı hisseder gibi olur. O da bunalıma girerdi. Öte yandan Sevda beni kimseye yar etmek istemiyordu. Bütün konuşmaları, davranışları durumunu aksettiriyordu. Bu durum aylar sürdü. Eşim gelince zaten yeğenim annemin yanına döndü.
Artık bu beldede durmak benim için olanaksızdı. Kimsenin göremeyeceği, kimsenin ulaşamayacağı bir büyük kente gitmek istiyordum. Nakil dilekçemi hazırladım. Bir sevdanın yüzünden doğduğum, görev yaptığım yeri terk etme kararını kesin olarak almıştım. Dilekçemi öğretmen odasında hazırlamıştım. Uygun bir zamanda, uygun bir biçimde bir başka il emrine atanmak için başvuruda bulunacağımı söyledim. önce sakin biçimde beni konuşturdu. Kararımın kesin olduğunu belirttim. O da gayet sakin bir şekilde benden ayrılmak istemediğini, aynı il emrinde, aynı okulda çalışmak dileğinde bulunduğunu göz yaşlarıyla anlattı. Ben oldukça saf bir insanım. Herkesi kendim gibi bilirim. İkna olmaya da oldukça elverişli bir yapım var. Bu karakterimi o da biliyordu. Kısa zamanda ikna etti beni. Benim dilekçemi elimden aldı. Kendi dilekçesini hazırladı. İkisini birlikte valilikten havale ettirdi. Milli Eğitim Müdürlüğü’ne vererek bakanlığa gönderilmesini sağladı. Ama ben hala ihtimal veremiyordum. Atamanın yapılmayacağını sanıyordum. Gel zaman git zaman dilekçelerin cevabı beklene dursun…
Bir gün postaneden bir mektup geldi. Yıllar önce yut dışına gitmek istediğimi beyan eden bir dilekte bulunmuştum. Bu dileğimin cevabı gelmişti. Almanya beni istiyordu. Hem de ailece. Mektubu Sevda’ya söyleyince heyecanlandı. Elimden aldı, pür dikkat okumaya başladı. Mektubu masanın üzerine koydu. Derslere girdik, dinlencede Sevda’yı öğretmenler odasında bulamadım, bahçeye çıktım, orda da bulamadım. Okulun bitişiğinde bulunan barakaya gittiğimde başını duvara dayamış ağlıyordu. Neden ağladığını sorduğumda onu bırakıp Almanya’ya gideceğimden ağladığını söyledi. Tabi ki sevgi bir duygu işidir. Ben de ağlamaya başladım. Gitmeyeceğimi söyleyerek teselli ettim. Ertesi gün davet mektubu yoklara karıştı. Arıyoruz arıyoruz bir türlü bulamıyoruz. Hala bu mektubun ne olduğunu bilemiyorum.
Artık yıl sonu gelmişti. Atanmayı istediğim il emrine gitmek üzere hazırlıklara girmenin zamanıydı. Evimin eşyalarını topladım. Babmın evine taşıdım. Okullar da tatil olmuştu. Yönetici olduğumdan vekil atamasını yaptım. Yıl sonu evraklarını vekil yönetici yapacaktı. Ben de o yöreden ayrıldım. Artık annemle kalıyordum. Birkaç gün sonra matbaaya döndüğümde Sevda’nın kardeşi “Ablam kimliğini senden alacak, matbaada onu bekleyecekmişsin.” Dedi. Oysda kimliği bende ne arar? Benimle özel konuşmak istediğini anlamıştım. Bekleme saatinde amcasının kızı ile matbaanın kapısına kadar gelirler, amcasının kızı döner gider. Sevda beklediğim matbaaya girer. Bana gözyaşlarıyla “Nereye kayboldun? ” dedi. Söylenmeye başladı. “ beni bırakıp gidersen bil ki intihar edeceğim, bugünden itibaren birlikte Almanya’ya gitmek için pasaport işlemlerine başlayacağız. Beni atlatmaya kalkma, intihar edeceğim, katilim sen olacaksın” dedi. Üstünü başını yırtmaya başladı. Engelledim. Tamam dedim. Bugünden itibaren işlemlere başlıyorum. Başladım da. ona söz vermiştim. Tekrar geleceğimi söyledim. ikna ettim. Döndüm tekrar annemin yanına. anneme durumu anlattım. O gece sabaha kadar annemle yeğenim benim için ağladılar.
Ertesi gün Almanya’daki kardeşime telgraf çektim. Durumu ona da anlattım. Öte yandan eşime tek başıma Almanya’ya gideceğimi söyledim. birlikte başkente gittik. Bakanlıktan izin için başvuruda bulunduk. Eşimin gözü önünde bakanlıktan izinli sayıldım. Onu ve çocukları otobüse bindirip babasının yanına gönderdim. Ben de tekrar döndüm. Matbaaya döndüğümde beni günlerce beklediğini söyledi. Kardeşlerini bir bahane bularak matbaadan uzaklaştırdı. “Yarın Perşembe, saat onda,.. seni,…..da bekleyeceğim veya kim önce gelirse beklesin” şeklinde randevulaştık. Artık kesinleşmeye başlamıştı bile. Tekrar annemle yeğenime durumu anlatınca gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Tekrar ağlamaya başladılar. O gece evden ölü çıkmışçasına matemler tutuldu. Ama ben yine ihtimal vermiyordum. Belki gelmez diyordum. Veya gelemezdi belki. Ama öyle olmadı. Sabah saat onda iki büyük poşetle minibüsten indi. Yanıma geldi. Ona tekrar şunları söyledim. “ bak, ben evliyim, iki çocuğum var, sen ise sözün kesilmiş, dayalı döşeli bir daire hazır, seni bekliyor. Sözlün benden daha genç, aramızda on yaş fark var. Sözlün benden daha tahsilli. Gel vazgeçelim bu maceradan..” dediysemde bana “Ben karşımda erkek isterim, bana o….. yapma, yürü pasaportu al.” Bir pastaneye girdik. Birer pasta meşrubat içtikten sonra tekrar “pişman olacağımız bir işe kalkışmayalım” dedim. Yine sert bir cecvap aldım. Kalktık bir lokantaya girdik. Yemek yedikten sonra ikimiz emniyete gittik. Pasaportlar hazırmış meğer. Elimize tutuşturdular. Sonradan öğrendiğime göre pasaportu veren kayınpederimin uzaktan amca oğlu imiş. Tabiiki o bizi tanımadan vermiş. Hemen lokantada emanette bulunan çantalarımızı aldık. Özel bir taksi tuttuk. Şehirlerarası otobüslerin geçtiği bir kavşağa geldik. İlk gelen otobüsle alel acele yola koyulduk. Ama bin korkular içinde. Artık ok yaydan çıkmıştı. Bunu başaracaktık. Her ne pahasına olursa olsun bizi kimse ayıramazdı. Bu karar içindeydik. Heyecan dorukta. Nefesi burnumuzdan soluyorduk. Kısa bir zamanda Avrupa’ya kalkacak bir terminal bulmak en acil işti artık. Saatler sonra Avrupa otobüs yolcu terminaline vardık. Terminal sahibine durumu anlattık. Bizi barındıracak bir otele telefon açtı. Oraya vardık. Yerleştik. O gece otelde kalmak zorundaydık. Çünkü biletimiz ertesi güne aitti.
Çantalarımızla, valizlerimizle terminal sahibinin telefon ettiği yere gittik. Saat 133:00’dan beri çektiğimiz stres sonrası derin bir nefes almış oluyorduk. Çünkü burası daha güvenli bir yerdi. Banyomuzu yaptıktan sonra yemeğimizi yedik. Otelin bahçesine inerek birer keyif çayı içtik. Almanya yolculuğunda okumak için aldığımız birer kitaba da göz atmayı ihmal etmiyorduk. Bir yandan sohbetimizi sürdürüyor, bir yandan da çaylarımızı yudumluyorduk. Akşama yaklaştığımız saatlerde otel odasına girdik. Şöyle bir uzanayım deyip kanepeye uzandım. Geçmişi, geleceği ve bugünü derin derin düşündüm. Yepyeni bir yaşam başlamıştı artık. Bu yaşamın faturası ne olacaktı acaba? Evliyim, çocuklarım var kurulu bir düzeni iyi kötü sürdürdük. Ama bundan sonra bizleri bekleyen kader çizgisi nereye kadar sürecekti? Bu bilinmez bir kutu. Bunları düşünürken uykuya dalmışım. Ne kadar şekerleme yaptığımı anımsamıyorum. Ama bir ara alnıma konan öpücük beni uyandırır gibi etti. Hiç unutamam şöyle demişti Sevda: “Ah yavrum, eşinden çocuklarından ayırıp seni nerelere götürüyorum.” Dedi. Gözlerimi açtım. Gözümü açıp doğruldum. Bak Sevda paramız var bir taksi tutup seni evine yetiştireyim dediysem de sert bir yanıt aldım. Orada alaca bir uyku ile sabahı ettik. Ertesi gün saat 18:00’da otobüsümüz kalkacaktı. Bu büyük kentin neredeyse bütün cadde ve sokaklarını dolaşarak akşam etmeye çalıştık. O ara hava limanına gittik. Bir telgrafla Sevda’nın ailesine Sevda kendi ağzıyla “beni merak etmeyin. Ben …… ülkesine teyzemin yanına uçakla gidiyorum., esen kalın Sevda, imza… ancak bu telgrafın yarısını ben yazdım. Kalan yarısını da Sevda kendi el yazısıyla yazmış oldu. Döndük kent gezisine devam ettik. Artık akşam oluyordu. Otobüsün kalkış saati yaklaşıyordu. Kalkışa on beş dakika kala Sevda terminale gidip otobüsteki yerine oturdu. Ben de etrafı kolaçan ediyordum. Sevda’nın yakınları tarafından izlenebilirdik. Bunun endişesini taşıdığım için onun önden gitmesini sağladım. Etrafı iyice izledikten sonra otobüse yaklaştım. Hala kimseler yoktu etrafta. Bir hamlede ben de otobüse bindim. Saat tam 18:00. otobüs bir türlü hareket etmiyordu. Bizi yakalayacaklar endişesiyle adeta titriyorduk. Nihayet otobüs hareket etti. “ Oh be, çok şükür” dedik. Kent oldukça büyük. Kente bağlı bir ilçenin terminaline otobüs yanaştı. Bir süre oradaki yolcuları almak için bekledi. Kalbimiz küt küt atıyordu adeta. Ter içindeydik. Zaten mevsim yazdı. Havalar da oldukça sıcak geçiyordu. Allahtan korktuğumuz başımıza gelmedi. Otobüs buradan da sağ salim kalktı. Bir nefes daha aldık. Şimdi esas olan sınır kapısı idi. Sınır kapısında Sevda’yı bir kenarda oturttum. Ona “Bizi izleyenlerden biri gelirde seni almak isterse bak şurada polis var bağır ve güvenlik görevlisine teslim ol.onların isteklerini ret ettiğinde yasa senin yanındadır., korkma” dedim. Ben de Türk lirasını dövize çevirmek için bankaya gittim. İşimi bitirdim. Öteki yolcularda döviz işini hallettikten sonra hep beraber tekrar otobüse bindik. Sınırı geçtik. Tüm korkular sona ermişti. Artık gülmeye başlamıştık. Bulgaristan’ı geçtikten sonra Belgrat’a vardık. Tabii ki saatler sonra. Sabah olmuştu. Otobüsümüz Belgratt’ta bir lokantanın önünde durmuştu. Herkes yemeğe indi. Biz de lokantaya girdik. Meğer otobüsümüz arıza yapmıştı. Saatlerce oralarda oyalandık. Onarım işi bittikten sonra yola koyulduk. Avusturya hududuna geldiğimizde polisler bizi durdurdular. Arama yaptıktan sonra girişimize izin verdiler. o arada Almanya’da bulunan kardeşimin adresini aradım. Cebimde idi. Bir türlü bulamıyordum. Oysa biz doğrudan doğruya kardeşimin yanına gidecektik. Bütün sorunlarımız onun yanına gitmekle çözülecekti. Çok üzüldük. Nihayet Alman topraklarına girdik. İlk kent München idi. Ben derdimi anlatacak kadar biraz İngilizce bilirdim. Sevda da benim bildiğim kadar Almanca bilirdi. Şimdi Münih sokaklarındaydık. Bize yardımcı olacak bir Türk arıyorduk. Yakında bir pansiyon olup olmadığını bir gence sorduk. O önümüze düştü. Bir pansiyona götürdü. Eşyalarımızı gösterilen odaya bıraktıktan sonra el ele tutuşarak Münih sokaklarında gezmeye başladık. Meğer bu kentte yetmiş bin Türk yaşarmış.adım başı Türk vardı. Zaten fizyonomisinden tanınıyordu.
Ne pahasına olursa olsun biz artık evlenmiştik. Almanya’ya geldik, kendimize birer iş bulacağız. Mutlu bir yuva özlemini burada gerçekleştireceğiz. Böylece hem benim hem Sevda’nın ailesine yardımcı olacağız. Burası dünyanın bir ucu. Kaçak gezmemiz de söz konusu değildi. Çok temiz bir pansiyonumuz vardı. Geceliği 32 Marktı. Oranın ekmeği patates karışımı. Yavan dahi yenilebilirdi. Ayrıca bir tavuk aldık mı günlerce katık yapabilirdik. Bir paket sigara 2 Mark.. caddeler sokaklar tertemiz, gürültü patırtı yok.sadece ambulans ve itfaiye sirenlerinden başka kulak tırmalayıcı ses bulamazsınız buralarda. Öyle gelişigüzel otomobillerin park yapması ve ortalıkta sebze meyve satışı yoktu. Adliyenin görevlerinin küçük bir bölümünü polis yürütür. Polis ve büyük polis olmak üzere iki tür polis örgütü vardı. Bişr gün büyük polise gidip kardeşimin adresini öğrenmek istedim fakat olumsuz yanıt aldım.neden sorusunu sorunca işaretle bana “belki onu kesmeye geldin biz nereden bilelim “ yanıtını aldım. Orada yasalar tam anlamıyla çalışır. Kesinlikle esneklik ve adam kayırmacılığı düşünülemez. Artık paramızın bitmek üzere olduğunu görüyorduk. Türkiye’ye annemlere telgraf çekerek kardeşimin adresini istedik. Biraz da para göndermeleri talebinde bulunduysak da Türkiye’den yabancı ülkelere para gönderme imkanı olmadığını adres cevabıyla almış bulunduk.
Ancak kardeşimin karısı bizim bu eylemimize şiddetle karşı çıkmış, kardeşim direnince de bir avuç hap içip intihara kalkışmış. Bu yüzden kardeşim bizi almaya gelemedi.bir gün ikimiz Türklerin yoğun olduğu bölgeye gittik. Biz ayakta yer ararken Türkiye’den gelirken birlikte olduğumuz birisi bize seslendi. Yakınımızda bulunan bir masanın boş olduğunu bize gösterdi.biz de oturduk. Yanımızda bir kişi daha vardı. Bize seslenen kişi bize ayran ısmarladı.yanımızda bulunan kişi Türk olduğumuzu öğrendi. Kendisi de Türk… “Memlekette ne iş yapardınız? ” dedi. Öğretmen olduğumuzu söyledik. Niçin geldiğimizi sordu. Biz de belki bir iş bulabiliriz diye geldik dedik. O da ben size iş bulabilirim dedi. Sevinip, nerede, nasıl diye sorduğumuzda; burada Türk-İslam Cemiyeti ile Dünya İslam Cemiyetleri var, orada din dersi öğretmenliği yaparsınız dedi.şu karşıki minibüs benim sizi onunla götürür, görüştürürüm dedi. Hemen kalkıp minibüse bindik. Önce birinci cemiyete gittik.baktık ki laletayn bir salon. Yerler eski kilimle döşeli. Görevli bir kişi bizi karşıladı. Dileğimizi söyledik. “Böyle bir kadromuz yok.” deyince öbür cemiyete gitmeye karar verdik. Orası da aynı. Dar olanaklar içinde bir yer. Düzensizliği bizde ilgiyi azaltmıştı. Döndük, bizi kendi evine götürdü. “Bakın size şöyle yardımcı olabilirim. Ben iki ay sonra bir yıl süreyle memlekete gideceğim. Siz burada kalabilirsiniz. Madem paranız da bitti. Beraber yer içeriz. Akşamları ben kafayı çekerim, mezeyi yengemiz hazırlar” dedi. “Düşünelim” dedim, ama dairesinin anahtarlarını cebime koydu. “Yarın öğleye kadar gelin sizi bekleyeceğim” dedi. Biz de teşekkür edip oradan ayrıldık. Yolda Sevda bana bu kişinin art niyetli olabileceğini söyleyince bu konu bizi ciddi olarak düşündürdü. Aklı sıra bizi konuk yapacak, yiyip içeceğiz, kafaları çekeceğiz, o arada Sevdayı ayartacak…belki bir oyunla beni polise teslim edecek. İftira da yapabilecek. Onun düşüncesi ve planı bu alan içinde yumaklanıyordu besbelli. Pansiyonda kesin kararı verdik. Ne pahasına olursa olsun gitmeyecektik. O gece de pansiyonda kalacaktık. Ben Türk kahvesine gittim, memleketimden birini buldum. Paramızın bittiğini, memlekete dönmek istediğimizi ve yardımcı olmasını söyledim. bizim için 34 Mark topladı, bana teslim etti. Pansiyona döndüm. Odada bir süre gezindikten sonra kapı çalındı. Pansiyoncu kadın İngilizce “Arkadaşınız geldi, sizi arıyor” dedi. Yalnız ben çıktım, baktım ki o şahıs. Bize evini tahsis etmek isteyen kişi. Yaklaşıp hoş geldin dedim ve elini sıktım. Bana “nerdesiniz kardeşim sabahtan beri sizi evde bekliyorum” dedi. Teşekkür ettim. Bizim artık memlekete gideceğimizi, kardeşimin para getirdiğini söyledim.anahtarı uzattım.aldı. tekrar teşekkür ettim. O kişi pansiyoncu kadına döndü. Almanca bizi küçük düşürücü ifadelerle ayartmaya kalktığı belliydi. Sonra bana “Bak bu kadın diyor ki dün akşam ki yatak ücretini dahi vermediler, derhal burayı terk etsinler.” Ben, “teşekkür ederim, sen çık aradan” dediysem de tekrar kadına bir şeyler söyler. Sonra bana dönerek “Türkiye’de anarşi var, yoksa onlardan biri mi? ” dercesine ifade edince kızdım. “Sen aradan çekil demedim mi” diyerek sertleştim. Bu defa cebinden bir tomar yüzlük para çıkarıp bana göstererek “Buna para derler para! ” karşılığını verince iyice tepem attı. “Ulan benim p…… olduğumu sana kim söyledi? ”deyip iki yumruk salladım suratına. Yakasını tutup silkeleyip silkeleyip duvara çarptım. Pansiyoncu kadına polis çağırması isteğinde bulundu. Kadın telefona koştu. Adamı bıraktım kadını yakaladım. Bu adamın çok kötü bir adam olduğunu, eşime göz diktiğini, beni yakalatıp eşime sahip olmak istediğini bozuk bir İngilizce ile anlattım. Kadın anladı. Elini omzuma koydu. Haklı olduğumu söyledi. Adam da pansiyondan ayrıldı. Minibüse binip gitti. Ama ben yine tutuştum. Aceleyle Sevda’nın yanına gittim. Olayı anlattım. O şimdi polis çağırmaya gitmiştir, hemen burayı terk edelim dedim. Eşyalarımızı topladık. Pansiyon ücretini kadına verdim. Memlekete gideceğimizi söyledim. adamın gerçekten öyle bir niyet beslediğini anlattı. Biz artık pansiyonu terk etmek zorundaydık. Çünkü orası Türkiye’ye kesinlikle benzemezdi. Polis birini aldı mı aylarca tutuklama yetkisi vardı. Derdini anlatıncaya kadar tepelere kar yağar.
“Banof” denen kara, hava, demir yolu ulaşımının merkezi olan yere gittik. Sevda’yı biraz uzak bir yerde beklettim. Ben, bıyıklı, fötr şapkalı, benden biraz yaşlı bir adamın yanına yaklaştım:
-Siz TürkMüsünüz?
- Evet
- Ben de Türküm.
-Nerelisiniz?
- Bursalıyım.
-Ben de oralıyım, dedim söze başladım. Öğretmen olduğumu, Almanya’ya gezmeye geldiğimi, paramın bittiğini, memleketime dönmek istediğimi, bana yardımcı olmasını talep ettim. O bana; ”Burası dünyanın en kötü insanlarının yaşadığı yerdir. Ne yapıp yapıp derhal buradan gitmen gerekiyor.” Bunun için adını söylediği bir firmaya giderek senetle ülkene gidebilirsin şeklinde akıl verdi. Teşekkür ettim. Sevda’ya döndüm. Durumu izah ettim. Sevda gözlerini fal taşı gibi açtı. Nerdeyse fenalık geçirecekti. Yola koyulduk. Bosfor turizme gittik. Durumumuzu ve talebimizi anlattık. Yardımcı olamayacaklarını söylediler. Ama yine de yol gösterdiler. Türk konsolosluğuna gitmemizi onların bize yardımcı olabileceklerini söylediler. Cebimizde iki mark var. Konsolosluğa giden metroyu beklemeye başladık. Sigaram da yoktu. Yanımda dikilen gencin gömlek cebinde ki sigaraya gözüm ilişti. Türk olduğu besbelli idi. Yanaştım. Cepte beş para yok bari bir sigara içeyim dedim. Büyük bir nezaketle sigarayı çıkardı. İkramda bulundu. Sigaranın dumanında üzüntülerimizi savururken biraz da samimi olduk. Ortamı anlatmaya başladım. Büyük bir ilgiyle beni dinledi. Oda konsolosluğa permi almaya gidiyormuş. Birlikte gidebileceğimizi söyledi. Adı, Recep Becerik… Aydın ilinin İncirliova kasabasından… Recep biletleri aldı. O en önde, biz en arkada konsolosluğa giden metroda yerimizi aldık. Konsolosluk durağında indik. “Ağabey, eğer konsolosluk sizi memlekete götürmeyi kabul etmezse ben sizi götürürüm” dedi. O permi dairesine, ben konsolosluk makamına yollandık. O işini bitirdi, benim işim olmadı. Yani böyle bir ödeneğin olmadığı gerekçesiyle gönderemeyeceğini belirttiler. Durumu Recep’e söyledim. “Üzülme ağabey ben sizi götüreceğim” vaadinde bulundu.üçümüz hemen terminale gittik. Gözümün önünde üç bilet aldı. Bileti gelip bana verdi. Ona şunu söyleme ihtiyacında bulundum. “Biletler yarına, biz istediğimiz herhangi bir yerde sabahlayabiliriz. Bizi herhangi bir yerde konuk etme nezaketinde bulunma”.. Kabul etti.
O gece Banof denen istasyonda geçirdik. Sabahleyin randevu verdiğimiz yerde buluştuk. Recep’in isteği üzerine çarşıya çıkıp 48 saatlik ekmek yiyecek ve meyve aldık. Bir şehir içi otobüs geldi.bizi aldı, Türkiye’ye ulaştıracak otobüsün bulunduğu yere geldik.
48 saatlik bir otobüs yolculuğundan sonra Türk bayrağının dalgalandığı sınır kapısına geldik. Türk bayrağını görünce yolcular sevinç içinde otobüsten indiler. Ağıtlarla toprağı öpenler, Allah’a dua edenleri görmek Türkiye’nin bir cennet ülkesi olduğunu açokça gösteriyordu. Hele bizler için, bir dizi sorunlardan sonra ülkesine dönen, ülkesine kavuşmanın sevinci bir hayli düşündürücü idi. Edirne toprakları bizler için kendi evimizdi artık. Ne aç kalma korkusu, ne haksızlığa uğrama endişesi silindi,gitti. Lokantaya girdik. O güzel yemeklerden doya doya yedik. Bir saatlik dinlenme ve geziden sonra ver elini İstanbul… Topkapı’ya vardığımızda Recep elini cebine attı ve 20 lira uzattı. Ona defalarca teşekkür edip elini sıktık. Orman işletmesinde depo memuru olan ağabeyimin yanına vardık. Gece yarısı işyerinde bizi karşılayan ağabeyim sert bir eda ile “niye geldiniz? ” dedi. Başımızdan geçenleri anlattık. O gece orda konuk olduk. Ertesi gün ağabeyim bizi ilçe merkezine götürdü. Kayını ile tanıştırdı. Kayınına; “Bunları bir süre konuk edeceksin” dedi. Murat da bizi evine götürdü. Eşiyle tanıştırdıktan sonra şaka ile “Bunları hoşnut tut, bizim de başımıza gelebilir hanım” dedi. Beş on gün bizi çok iyi ağırladılar. Her gün yemekten sonra çay bahçelerine çıkardık. Çay içip müzüik dinlerdik.
Yine bir gün çarşıya çıktığımızda benim bir büyüğüm olan ağabeyimle karşılaştık. Beni bir kenara çekti. “Bak Sevda’nın ağabeyi sık sık benim iş yerime geliyor, kardeşimi teslim edin diyor. Bu kızı kendi evine en kısa zamanda gönder” dedi. Sevda’ya anlattım. Eve dönmek istemediğini söyledi. Biz de bu konuyu, tecrübesi olan ve hukuk bilgisine güvendiğimiz en büyük ağabeyime anlattık. Ona “Bu kızı gönderirsem, ailesi zorla şikayet ettirecek. Beni tutuklattıracaklar, bir yandan da memleketten olacağım” dedim. A da “Bak kardeşim ….. iline gidin. Adını verdiğim avukata durumu anlatın. Benim de selamımı söyleyin, o size yardımcı olacak” dedi. Sevda’nın ailesi, Sevda’yı silah zoruyla kaçırdığımı, alıkoyduğumu beyan ile savcılığa başvurdukları, bu nedenle gerek emniyet, gerekse jandarma tarafından arandığımızı bilahare öğrendik. Zaten bizim tainimizde o il emrine çıkmıştı bile. Avukata durumu anlattık. Anlayışla karşıladı. Sevda’yı bir masaya aldı. Karbonlu iki kağıt verdi. Savcılıktan bizi arayan savcılığa verilmek üzere Sevda’nın el yazısı ile talimat yazılması için gerekli ifadeleri yazdırdı. İfadede: “”Ben 18 yaşını doldurmuş kişiyim. Görev yerim de burası. Beni silah zoruyla kimse kaçırmadı. Kendi isteğimle ailemle olan bağlarımı kopardım. Sözü edilen kişi sadece bana yardımcı olmaktadır. İlgililere bildirilmesini… “ Özetle bu ibareyi avukatla savcılığa vermesi hakkımdaki kovuşturmanın sona ermesine neden teşkil etmiştir.artık yasalardan da kurtulmuş oluyorduk.
Ağustos ayının bunalımlı sıcağında yaşıyorduk. Denize gitmek istiyorduk. Özel idarenin bir adada kampının olduğunu öğrendik. İlgili müdüre başvurduk. Bizleri kabul etti. Gittik, çadırımızı bulduk. Yerleştik. Yemeğimizi kendimiz pişiriyorduk. Kampta kişiler arasında iyi bir diyalog vardı. Bizler rahatladıkça çocuklarımın özlemi burnumda tütüyordu. Sabahları erken kalkar, denizin ortasındaki kayalıklara çıkar, ellerimi havaya açar, göz yaşlarımla Allah’a dua ederdim. Sanki kendimi birilerine tutsak edilmişçesine hissediyordum. Hep ağlardım. Eşim durumdan haberdar olmuş, matbaaya gelmiş, Sevda’nın kardeşleriyle biraz sürtüşme konusu olmuş… Zaten eşimin gelişinden sonra Sevda’nın ailesi savcılığa başvurmuş. Daha önce bunlar evlendiler, işlerini becerdiler kanısını taşıyorlarmış. Bu durumda cephe bir iken iki oldu.
Biz çalıştığımız yerin meslek kuruluşu, daire amiri, adli ve idari makamlarca sevildiğimiz için başarımızın devamını bekliyorlarmış. Maaşlarımız tel havalesi ile geliyordu adresimize. Bir miktar da eşimin alması için kendi maaşımdan ayırıyorlardı.
Bir gece kampta tanıştığımız genç bir bayan ile üçümüz iskambil oynuyorduk. Sevda vakit geç oldu diyerek çadıra gitti. Biz Nihal ile hala oyuna devam ediyorduk. Sevda tuvalete gider numarası ile yanımızdan geçti. “Oynayın bakalım” dedi. Ben anladım. Oyunu bırakıp çadıra vardığımda enseme sert bir sillenin geidiğini hissettim. Adeta başım döndü. Sersemledim. “Peki bunu sana sorarım” dedim. Yattık. Sabahleyin ikimiz sahilin tenha bir yerine gittik. Aklıma geldi. Ben de ona birkaç tokat yapıştırdım. O ağladı, sonra ben de onunla beraber ağlamaya başladım. Ama kısa zaman içinde tekrar barıştık. Sevgi bu, beni kıskandırabilirdi. Hak vermiştim doğrusu.
Kamptaki çadırımızın yanında bir çadır daha vardı. Bir aile vardı bu çadırda. Yaşlı bir kadın, ondan oldukça genç bir erkek. İki de kız torun. Adı Hayati idi. Benim de hemşerim sayılırdı. Zaman zaman bir araya gelirdik onlarla. İyi bir aile dostumuzdular. Hatta şehirde yaşlı kadının kızına ait apatmanları vardı. Ara sıra bişzi de kalmaya götürürlerdi. Konukseverdiler. Bizi de çok severlerdi.
Bir gün Hayati ile derin sohbetlere daldık. Bir ara bana “ Bu kadın benim nikahlı karım değil, nikahlı eşim aynı şehirde, bir başka mahallede. Yetişkin bir kızım, bir de oğlum var. Ben bununla dost hayatı yaşıyorum” dedi. Benimde büyük bir bunalım içinde oluşum onu ilgiyle izlememe neden oldu. Eşim oldukça sinirli, biraz da kavgacı. Ama iki çocuğumun anası idi. Hem çocuklarımı özlüyor, hem de eşime acıyordum. Bin perişan durumda idi ruhen. Sevda’yı da çok seviyordum. Ondan ayrılmak aklımın köşesinden bile geçmiyordu. Tahsilli, olgun, güzel ve kadınlık özelliklerinin tamamını onda bulmak mümkündü. Tek bir kusuru vardı. Aşırı derecede kıskançtı. Hele bir kadın veya bir kızla azcık samimi olayım beni öldürebilecek bir yapı taşıyordu kişiliğinde. Eşimi bir düşman gözüyle görüyordu. Çocukları da kesinlikle istemiyordu. Ya hep, ya hiç derdi zaman zaman. Türküler, şarkılar beni derinden yaralıyordu. Bir yolunu buldum, çarşıya çıktım. Kayınpedere bir telefon açtım. Eşimi ve çocuklarımı sordum. İyi olduklarını, her kişinin yaşamında hızlı dönemler olabileceğini, benimde bu dönemden geçtiğimi, aileyi terk etmenin zor olacağını, istiyorsam eşimi ve çocuklarımı alabileceğimi söyledi. Sevda’ya önemli işler olduğunu, bu nedenle memlekete gitmem gerektiğini söyledim. yaşlı teyzeye emanet ederek ilin ilçelerinden birine gittim. Bir günde bir ev kiraladım. Aynı gün memlekete vardım. Eşimi alıp, memlekette bulunan ve bir aileye teslim edilen eşyaları nakil için bir kamyonet tuttum. Eşyaları yükledim. Yeni görev yeri olan ilçenin yakınında kiraladığım eve getirdik. Eşyaları eve getirdikten sonra Sevda’nın yanına döndüm. Bu iş üçgünlük bir iş idi. Pek de zorlanmadım. Hasreti böylelikle gidermiş oldum.
Aradan birkaç gün geçmişti. Sevda ile birlikte gezerken eşimin sesini duydum. Döndüm, baktım, o. “Ne arıyorsunuz burada, size göstereceğim” dedi ve bizden ayrıldı. Meğer öğretmen olan teyzesinin kızıyla birlikte valiliğe giderler. Bizi şikayet ederler. Vali; “El ele de gezebilirler, kol kola da, biz ne yapabiliriz” der. Ama dilekçesini alır, işleme koydurur. Bizim bu girişimlerinden haberimiz yok. Biz de yeni görev aldığımız okulun bulunduğu ilçede bir ev kiralamak için yola koyuluyoruz. Üç saatlik yolculuktan sonra ilçeye ineriz. Yaşlı bir kadının bir odasını kiralamak üzere anlaştık. Sevda’ya ait eşyaları bun odaya yerleştirdik. Ohh! .. Artık rahatlamıştım. Gece Sevda ile birlikte kalmanın sakıncalarını biliyordum. Zaten kendimizi karı- koca olarak tanıtmamıştık. Kardeş çocukları olarak bilinmeye başlandık. Atandığımız okula gidip, göreve başladık. Artık her gün saat 22:00’a kadar Sevda ile birlikte, öteki saatlerde ailemle birlikteydim. Yalnız ara sıra hafta sonları teyzelere kalmaya giderdik. Çalışma günlerinde her gün saat beş sularında çıkardım evden.35 km yolculuktan sonra Sevda’nın yanına gider, kahvaltıyı birlikte yapar, 10 km daha başka bir araçla okulumuza varabilirdik. Bu bir süre böyle sürdü. Kendime taksitle bir otomobil aldım. Bir kere bir arkadaş, bir kere de ben kaza yaptıktan sonra ehliyetsizde olsam istediğim yere gidebiliyordum. Öğretimim yarım gün olduğu için yarım günde de ticari taksi olarak otomobilimi kullanıyorve beş on kuruşta buradan kazanıyordum.
Bu aylarca sürdü. Ancak buradaki eğitim başarım oldukça düşüktü. Hatta müfettişler tekrar teftişi gerek görmüşlerdi. Ama müdürüm sicilimdeki eksikliğimi telafi ediyordu. Bir cumartesi günü üç müfettiş beni evden aldılar yakın bir okulda sorguladılar. Durumu aynen anlattım. Sır olarak kalmasını diledim. Kabul ettiler işleme koymadılar. Meğer eşimin valiliğe verdiği dilekçeden dolayı gelmişler.
Bir gün okula ilçe kaymakamı geldi. Okul müdürü ile bir süre görüştükten sonra teneffüs olmuştu. Dışarıda çocuklarla birlikte gezinti yaparken, bir ara kaymakam koluma girdi. Eğilerek; ”Hakkınızda şikayet var, eğer bu yaşamınıza devam ederseniz birinizi Kars’a, birinizi Edirne’ye süreceğim, ne dersiniz hocam? ” dedi. Kaymakam’a “Eşim zaten beni bırakmıyor, şikayet üstüne şikayette bulunuyor. Sevda’nın ailesi de şiddetle bize karşı, evliliğimizi kesinlikle istemiyorlar. Hısım değil, hasım durumuna geldiler. Zaten bu kızı bana yar etmeyecekler. Sevda da kendi memleketine atanmak için il makamına başvuruda bulunmuş. Her halde yıl sonunda ataması yapılır. Sorun da kendiliğinden çözülecek” dedim. “Peki, söz verdin” dedi ve ayrıldık.
Yaşlı kadının isteği üzerine Sevda’nın eşyalarını bu odadan boşaltmamız gerekiyordu. Bahçede bu konuyu konuşurken karşımıza Sevda’nın halasının oğlu dikildi. Zaten hiç boş gezmezdim. Onu görünceişlerin iyice karışacağı varsayımına vardım. Ona “yaklaşma” dedim. Kendisine dostlukla mı, yoksa art bir niyetle mi geldiğini sert bir biçimde sordum. “Hayır “dedi. Yaklaştı, kucaklaştık, öpüştük. Bizi bir lokantaya götürdü. İyice bir yemek yedikten sonra ücreti kendisi verdi. Biz de onu terminale kadar uğurladık. Dönüşümüzde de emniyetin karşısında bulunan teras katı kiraladık. Eşyaları oraya yerleştirdik. Güzel günler geçiriyorduk. Ama geçici. Günler, haftalar geçti. Bir cumartesi günü kiraladığımız eve doğru giderken Sevda karşıladı beni. “Sakın eve gelme, akşam polisler evi bastılar, ceketini ve bir resmini gördüler.polisin biri bana onu çok mu seviyorsun dedi, evet dedim.” Paketlediği ceket ve gömleği elime tutuşturdu. Bir süre yürüdük, arkamdan biri beni gölge gibi izler gibi gördüm. Döndüm, sen beni mi izliyorsun dedim, “Evet” dedi. Kimliğini çıkartıp polis olduğunu beyan ettikten sonra ne istediğini sordum. İfademi alacağını söyleyince, ben polise ifade vermem dedim. Kime ifade vereceğimi sorunca, savcıya dedim. O halde buyrun savcının yanına isteğinde bulundu. Polis arkamda ben önde savcının odasına girdim. Savcı soruyor:
-Hakkınızda zina yaptığınıza dair şikayet var ne diyorsunuz?
-Şikayeti reddediyorum, dedim.
-Geceleri nerede kalıyorsun?
-Nerde kalırsam kalırım, devlete ne? Cevabını verdim.
-Hayır öyle değil, mekan ispatı yapman gerekiyor.
- …………… palasta geceleri kalıyorum.
-Şimdi serbestsin, ama o palasa gidip inceleme yapacağım.,tekrar seni çağıracağım, dedi.ben de çıktım. Ertesi gün tekrar beni çağırttı.
- Bak, sözünü ettiğin palasta sadece bir gece kaldın. Altı aydan beri nerede kalıyordun, mekanını kanıtlayamadın, dedi.
-Bakın Savcı Bey, bununla herhangi bir ilişkim söz konusu değil, zina falan da yapmıyorum. Ben akşamları eşim ve çocuklarımla birlikteyim. Ancak o bu durumu bilmiyor. Bilirse işler sorun olacak, çok üzülecek. Belki canımdan da olacağım. Siz vatandaşın can güvenliğini sağlamakla mükellefsiniz. Biz anlaştık, o gelecek yıl için başka bir il emrine tain istedi. Böylece sorun çözülecek. Kaymakam Bey’e de söz verdim, dedim. Peki yarın eşini alıp geleceksin, onun ifadesini de alacağım dedikten sonra beni serbest bıraktı. Ertesi gün eşimi aldım. Savcıya götürdüm. Yalnızca aldığım ifadede benim söylediğim gibi beyan etti. Dosya kapandı. Tebligatı bizzat Sevda’ya, bana posta ile yaptı. Bu işte böyle sonuçlandı.
Biz evimizi tekrar değiştirmek zorunda kaldık. Ücra bir sokakta oldukça ilkel bir ev tutmak zorunda kaldık.bir kaç ay burada günlerimizi geçirdik. Artık sene sonu gelmişti. Seminer başlamıştı. Sevda’nın babsından bir telgraf gelir. “Son olarak annenin yüzünü görmek istiyorsan gel.” Telefonla görüşme imkanını da verdim. İlköğretim Müdürü’nden izin aldık. Sevda’yı babasının evine göndermek üzere yola koyulduk. Yol boyunca benimle kavga ediyordu.”Beni nasıl gönderiyorsun” diyordu. Sözleştikleri yere kadar götürdüm. Ben uzaktan bakıyordum. Bir bıyık taksi ile gözlerimden uzaklaştı gitti... Ama ben bunalıma girdim. Geriye döndüğümde deli gibiydim. Mecnun örneği sokakları arşınlıyordum.
Onu arıyordum. Kelebeğin kanadının ışıltılarında, güneşin doğuşunda, batışında, mehtabın ışığında, şarkılarda, türkülerde, yaprakta, çiçekte, uykıda, rüyalarımda… Gözyaşımla otobüsle geri dönüyordum. Ama bu dönüş, büyük bir varlığı yitirerek boynu bükük bir dönüş idi. Bedenim gidiyordu, ama yüreğim oradaydı. Adeta bir suçun ezikliği vardı üzerimde.
Görev yerine döndüğümde, büyük bir yalnızlık, bunalım ve beceriksizlik kompleksi içindeydim. Sevda’nın geri döneceğini sanıyordum. İadeli mektuplar yazıyorum, zarfa “kabul görmedi” ibaresi yazılarak bana geri geliyordu. Bir gün bir mektup aldım, bu bir tehdit mektubu idi, küfürlerle dolu. Sonunda ekliyordu: önümüzdeki ayın birinde geliyorum, sana şunu yapacağım, bunu yapacağım.. diye. Hattızatında ailesinden çekindiği için küfürler savurduğunu, aslında geliyorum beni karşıla demek istediğini düşünüyordum. Gerçekten o gün gelir ama ben onu göremem. Arkadaşlarım bu haberi verirler bana. Bu defa üzülürüm üzülürüm, bunalıma girerim. Adeta kafayı üşütürüm. Gözlerim kararıp, başım dönmeye başlayınca hemen bir eczaneye girerim. Eczacı hanıma özetle durumu anlatırım. Eczacı bir hap verir, içerim. Otele gider, orada komaya girerim. Saatler sonra uyanırım.
Ertesi ay yine gelir. Teyzede olduğunu öğrenirim.teyzenin evine varırım, ama teyze bana “Evet geldiler ama bu sabah annesiyle otobüse binip gittiler” dedi. Ama herhalde Sevda ve annesi öteki odada saklandılar düşüncesini hala koruyorum.
Ben de tainimi istedim. Merkezde bulunan büyük bir okula müdür yardımcısı olarak atandım. Günlerden bir gün okulumda çalışan bir bayanın adını kullanarak Sevda’ya bir mektup yazdım. Mektuba cevap verir Sevda, mektubun hitabet bölümünde sert bir ifade kulanmıştır. Mektuba cevap mülayimleşir, sonra duygusallaşır. Son bölümünde beni çağırır. Bu mektuba resim dersinde başlar, üç güne tamamlar. Dolu dolu arkalı önlü olmak üzere tam on sayfalık mektup. Okurken göz yaşlarımı tutamadım. Saatlerce okudum. Hatta ağabeyimin dahi benimle gözyaşı döktüğünü görüyordum. O bile bana duygusal arkadaşlık düzeyinde gelmişti.
Adına mektup iletişimimde bulunan Gülçin öğretmen konuyu kendisine anlatmamı diledi. Ben de anlattım. Bunalımda olduğumu söyledim, ama elimden bir şey gelmediğini belirttim. Bana “Bunalımda olmana gerek yok, ben sana arkadaşlık yapacağım, onu sana unutturacağım” dedi. Beni teselli etti. Gerçekten Gülçin öğretmen bana arkadaşlık yaptı. Zeynep ve Elif öğretmenlere de durumu anlatır, onların da arkadaşlığını gördüm. Beni çarşıya götürürler, pastanelere, parklara, lokantalara.. Üç bayan beni günlerce gezdirdiler. Bunalımın büyük bir bölümünü giderdiler. Altı ay sonra okul müdürü olarak bir başka okula atandım. Sevda’ya cevap vererek yarayı taze tutmak istemedim. Bir başka mektubunda Sevda “Evlenmeme müsaade ediyor musun” dedi. Ben de kendisine yaşam boyunca mutluluklar, saadetler, başarılar, esenlikler dileyerek evlenmesinden kıvanç duyacağımı bildirdim. Böylece bu sayfayı kapatmış olduk. Sevda2nın da evlenip mutlu bir yuva kurmuş olduğunu öğrendim. Bundan da sonsuz memnuniyet duydum. O günden beri çok sık olmamak kaydıyla arasıra yolda, araçta karşıkarşıya geliriz. Ancak mrayına oturmuş aile düzenini sarsıntıya sokmak istemedim, istemiyorum da. Yaraları tazelemek yerine közleyip yüreklere gömmekten başka çare göremiyorum. Yangın sönmüştür. Tekrar alevlendirmek geçmişin hatıralarına saygı göstermemek demektir.
Acaba bizler bir suç mu işledik, bana göre bir suç olabileceğini sanmıyorum. Zaman ve zemin yanlışlığı ile izlenen yöntemde yanlışlık vardır. Sevmek sevilmek insanın doğasında vardır. Özellikle yıllarını birlikte geçiren iki kişinin birbirlerini çok yönlü beğenisi elbette bu düzeye getirecektir ilşkiyi. Birbirlerine hep iyilik, dostluk ve yardım elini uzatmaları kişileri en son aşamada birleştireceği kuşkusuzdur. Ayrıca ben Sevda’yı okadar çok sevmeme karşın, benim dışımda sevebileceği, gönül verebileceği ve mutlu bir yuva kurabileceği eş adaylarının seçilmesinde hep yardımcı olmuşumdur. Ama Sevda hep “sen” dedi. Seni seviyorum dedi. Gerçekten ben de onu beşlki ondan daha çok seviyordum. Ama bağrıma taş bastım. Daha yüce bir mutluluk arzuladım. Ne yapalım? Böyle oldu. Canı sağ olsun, mutluluk Sevda’nın olsun….
O yıllarda ülkede sağ – sol kavgalarının boyutlarınınuzadığı dönemleri yaşıyorduk. CHP,AP,MHP,MSP,GP ülkenin kaderinde rol oynayan partilerin başında idiler. Ayrıca illegal parti ve örgütler kaynıyordu. Bu illegal parti ve örgütlerin çoğu neredeyse tüm partilerin içinde cirit atıyordu. Beş bin yurttaşın canına mal olan bu ortamlarda her gün 15 – 20 vatandaşımız daha canından oluyordu. Kayıp ve yaralılar ayrı bir tablo. Böyle bir ortamda 69 öğretmenli bir okula müdür olarak atanırım. Oysa aynı okuldan her partinin bir adayı müdürlük için müracaat etmişler, sonuç alamamışlar. CHP muhalefet, diğer partiler Milliyetçi Cephe altında birleşerek iktidardalar. Benim atanmam öğretmen örgütünce şaşkınlık yaratır. Aşırı sol uçta olanların dikkatini daha çok çekmiş olmalıyım ki beni temizlemeye karar vermişler. Hatta bir gün bir taksinin bebeni izlediğine ben de tanık oldum. Ama aldırış etymedim. Çünkü ben de aşrı uç yoktu. Demokrat bir yapım vardı. En çok sosyal demokrat kefesine de koyabilirlerdi. Atamadan sonra CHP iktidara gelir. Milli Eğitim Müdürü Öğretmen Örgütünün halkçı eğitimci kanadının oluşmasına çalışıyordu. Benimde bu kanatta görev almamı istedi. İyi bir kariyerim vardı öğretmenler arasında. Dernekte faal görev aldım. Ama yönetimde görev almadım. Yaşamım boyunca okuyorum yazıyorum. 15 bin tirajlı bir gazetede köşe yazrlığını ihmal etmiyorum. Barış, kardeşlik, huzur, Mustafa Kemal Milliyetçiliği, Türk kültürü ve benzer konularda anarşinin sona ermesi için yazıyordum. Öğretmen kemsinde bu alevin sönmesi için bir hayli rol aldım. Böylece hem büyük bir okulun yöneticisi, hem de basında söz sahibiydim. Öğretmenler toplantısının ilkinde, “Arkadaşlar, bir arkadaşımız bir kusur işlerse sorunu bu çatının altında çözeceğiz. Soruşturma için hiçbir yetkili bu okula getirmeyeceğiz.son merci siz olacaksınız, gerekirse cezayı sizlerle birlikte vereceğiz.anayasa, yasalar, genelgeler bizim rehberimiz olacak, bunların çizdiği çizgilerden asla çıkmayacağız.” Biçimindeki konuşmam öğretmenler arasında hoşnutluk yaratmış olacak ki okul dışında dahi söylem haline gelmişti. Öyle oldu da. Okulda sevgi, saygı görev anlayışında örnek bir duruma gelmiş, atanmak için bize can atıyordu herkes. Hatta iki öğretmen hanım başka bir okula tain istemişler, yeni okulda bir gün görev yaptıktan sonra pişman olmuşlar, tekrar okulumuza dönmek için başvuruda bulunduklarını ve onları tekrar okula aldığımı anımsıyorum. Görevden alınan okul yöneticilerinin bazılarının yönetimde örnek buldukları okulumu istediklerini geldiklerini de çok iyi anımsıyorum. Bu durumdan benim kıvanç duyduğum kadar amirlerimin de mutluluk duymuş olmalarını mesleğimde kıvan yılları olarak anımsıyorum.
Bir gün bir polis gelir okula. Elinde valilik onaylı bir yazı. Bu yazıda benim adımdan söz ederek “Bundan böyle adı geçen kişinin dernek, vakıf, konferans, seminer,sempozyum toplantılarında hükümet komiseri olarak görevlendirilmesi konusunda tensiplerinizi “ şeklinde valilik onayı vardı. Tebliğ ettiler. Ben de Atatürk ilkeleri doğrultusunda yasalar neyi emrediyorsa aynen görevimde uygulayıp ilgili mercilere gönderirdim. Beni tercih edişlerinin nedeni o dönemde faaliyet gösteren legal ve illegal parti ve örgütlerin ana felsefesini iyi bilişimden olabilir diyorum. Bir gün bir konferans sonrasında emniyet mensupları beni arabaya alarak tenha bir yere götürdüler. Bana “ Bu konferanstaki konuşmacılar hakkında bir kovuşturma açtırmayacaksınız.” Dediler. “Hayır” dedim. Nedenini sorduklarında da bu konferansta herhangi bir suç teşkil edecek bir konuşmaya rastlamadığımı, çünkü daha önce onları uyardığımı söylemiştim. Bölgenin emniyet amiri “polisle bölge insanını karşı karşıya getirmemenizde azami ihtimam göstereceğinize inanıyorum” demişti öylede oldu.
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda oluşan üç kişilik komitede üstün başarı gösterdiğimizden valilikçe teşekkür belgesini aldığımı büyük bir kıvançla söyleyebilirim. Bu belgenin altında vali Necdet Calp’in imzasının oluşu bir anı olarak hala saklamamı neden olmuştur.
Atatürkçülük iliklerime değin işlemişti. O benim her zaman rehberim olmuştu. Onu okuyor, onun çizgisinde yazıyor ve çiziyordum.bir 10 Kasım’da o kadar duyguluyum ki bu şiiri yazdım. Öğretmen ve öğrencilere göz yaşlarıyla okuduğumu anımsıyorum.
Günler, aylar, yıllar geçti. Milliyetçi Cephe adı altında birleşen partilerin iktidardan düşmesiyle CHP yeniden iktidar olduysa da bu uzun sürmedi. Adalet Partisi lideri tekrar başbakandı. Müdür olduğumda iktidarda olan kadro tekrar iş başına geldi. Adalet Partisi Belde başkanı okula geldi. Bana sohbet arasında “Bak müdür, iktidara tekrar geldik. Seni bizim dönemde müdür yapmıştık. Ama sen bizim partimize hizmet etmedin. Şimdi – Türkiye haritasını göstererek- haritada kendine yer beğen” dedi. Öyle mi dedim. Ben şu veya bu partinin müdürü değilim. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin memuruyum. Benim de kendime göre elbette bir siyasal görüşüm olacaktır. Bu benim yurttaşlık hakkımdır. Ama partizanların kurbanı olmaktansa döneminizde müdürlükten ayrılacağım dedim. Ayrılıp müdürlükten de istifa ettim. Zaten annem bana mektup yazarak “Oğlum orda müdür olacağına burada hizmetli ol” diyordu. Çünkü siyasal ve ideolojik çatışmaların hat safhaya ulaştığı bir dönemi yaşıyorduk. Son dönemini yaşayacak annemin böylece dileklerini yerine getirmiş oluyordum. Dilekçemi verdim. Tekrar memleketime dönüyordum. Memleketimde bir süre öğretmen olarak çalıştıktan sonra tekrar müdür olabilirdim. Nitekim öyle oldu. Artık memlekette idim. Bir merkez okuluna öğretmen olarak atandım. Altı ay sonra askeri müdahale olunca beni askerlerin önerisiyle bir kasaba okuluna müdür olarak atadılar.
Bu okulda yıllardan beri sağ sol çatışmalaruyla ünlü bir okuldu. Bir de ortaokul vardı aynı bahçe içinde. Toplam öğretmen sayısı 16 idi. Atatürk düşüncesini taşıyan öğretmenlerin dışında sağ- sol eylemlerinin önderlerini soruşturma açarak okuldan uzaklaştırdım. Tam 365 gün bu okulda çalıştım teftişlerde üstün başarı raporunu aldım.
Beni bu okula gönderen birime giderek artık bu okulda işimin bittiğini artık bir merkez okula gelmek istediğimi söyledim. ilgili makam beni merkez bir okulda münhal bulunan bir okula müdür olarak atadı. Beş yıl bu okulda çalıştıktan sonra kendi isteğimle emekli oldum.

Bir gün sonra bir haber gelir. Emekli olmamdan dolayı ordu evinde tarafıma bir veda yemeği düzenlenecektir. Çalıştığım il merkezinde emekli olan idarecilere veda yemeği düzenleme geleneği vardı. Sağ olsunlar okul müdürleri beni de anımsadılar. 27 yılın ardından böyle bir törenle meslektaşlarımdan ayrılma onurunu bana layık gördüler. Memnuniyetle bu isteği kabul ettim. En güzel giysilerimi giydim. Davet edilen ordu evi salonuna girdim. Merkezin tüm yöneticileri orada beni bekliyorlardı. Yemekler yenip içkiler içildi. Bazı gösteriler yapıldı. Ordu evi müdürünün açılış konuşmasından sonra töreni düzenleyen yönetici hakkımda güzel sözlerle başlayan cümlelerle beni kürsüye davet etti. Büyük bir heyecan, meslekten ayrılışımın hüznü ile kürsüye geldim. İlk cümlem teşekkür ve saygı ile başlayanı oldu. Biraz uzun olmakla birlikte bir konuşma yaptım. Yerime oturduktan sonra uzun uzun beni alkışladılar. Gece sona ermişti. Yönetici bana bu haberi verince arkadaşların bir çoğu kapıya doğru ilerlediler. 42 yönetici sıraya dizilmiş beni bekliyordu. Beni alıp eve götürdüler. Kendimi tutamadım. Göz yaşlarımla arkadaşlarımla vedalaştım. Yöneticiler eşim ve çocuklarımı da kutkadıktan sonra birlikte aldıkları hediyeyi eşime verdiler. Eşim ve çocuklarım tek tek gelip elimi öptüklerinde esas duygusallık burada başladı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Ben ağladıkça çocuklarım bana sarılıp onlar da ağlıyordu. Evet 27 yılın sonu gelmişti. Geriye baktığımda binlerce öğrenci tabur tabur önümden geçiyorlardı. Kimi öğretmen, kimi doktor, kimi mühendi idiler… Ne büyük bir servet ya Rabbi! Mal mülk nedir ki? Malım da mülküm de bunlardı artık. Büyük bir huzur ve ferahlık içinde bir mesleğin sonunu yaşadım. Hem de kazasız, belasız, alnımın akı ile…
Yıl 1999.. Ağustosun 17’si… Saat 03; 02.. Marmara bölgesinin milyonlarca insanı tatlı derin uykusunda… genç, ihtiyar, kadın, çocukrüyalar içinde yüzerken büyük bir patlama ile başlayan salıncak örneği sarsıntı ile uyandı. Kısa sürdü ilk sarsıntı. O an bir yudum su içmek için gitmiştim mutfağa. Bir yudum dahi zxor aldım sarsıntı içinde. Diner sandım. Nitekim bir an dindi. İkinci bir sarsıntı başladı. Peşinden elektrikler söndü. Her taraf zifiri karanlık. Mutfağın kapısına adımımı attım. Kapının kolunu ancak tutabildim. Elim kapının kolunda ayakta duramıyordum. Bir elimle kendimi askıda sanıyordum. Salıncak gibi beni sallıyordu beni sarsıntı. Bu bir deprem değil, bir afetti sanki. Kıyamet denen şey bu mu idi Yarabbi? Bir felaket, bir alamet, bir afetti sanki… mahallede avaz avaz insan sesleri… uğultu, binalar gıcırdıyordu.yerle bir olan binalar. Allah Allah sesleri gökleri deliyordu. Başka bir şey söylemiyordum bizi yaratan Allah sözcüğünden başka. Yatak odasında uyumakta olan eşim benimle birlikte bağırıyordu. Kapının eşiğine gel diyordum ona. Gelemiyorum diye sesleniyordu bana. Gacırtılar, gürültüler içinde tam 45 saniye sürer. O ara gökyüzünde parlak bir ışık belirir. Evi aydınlattı adeta. El yordamıyla sarsıntıdan sonra eşimle ikinci kattan aşağı indik.
Ben de adeteim gereği pijamam sırtımda aşağı indiğimde herkesin dışarıda olduğunu gördüm. Şok içinde, şaşkınlık ve büyük bir korku içinde insanları görüyordum. Yan sokakta beş katlı bir apartmanın yerle bir olduğunu duyduk. Herkes o tarafa doğru koşuyordu. Gittik, gerçekten de kat kat daireler üst üste oturmuştu. Yedi kişi enkaz altındaydı. İmdat sesleri geliyordu. Bir öğretmen ailesi yok olmuştu. Gönül öğretmen, eşi ve çocukları.. Sarsıntı dakika geçmeden devam ediyordu. Tekrar evin önüne geldiğimde acı haberler geliyordu kulaklara. Adapazarı bitti, Gölcük ve Değirmendere yok olmuş, Değirmendere’yi deniz yuttu, 60 evler semti, Kullar yok oldu. Gibi sözleri söyler oldu insanlar. On binlerce insan enkaz altında. Kimisi yardım bekliyor, kimisi, can çekişiyor, kimisi de tatlı uykusunda acısız can vermiş bir ortam. İlk işim Bekirpaşa beldesinde oturan oğlum, gelinim ve torunumun akıbetinin ne olduğu merakı sarmıştı beni. Acaba sağlar mı, öldüler mi, yaralı mı olup olmadıkları düşüncesi beynimi zonklatıyordu, koşar adım o tarafa yollandım. E – 5 araçlardan tıkanmıştı. Arabalar arasından sıyrılarak yoluma devam ettim. Ama yol boyunca binaların çoğunun çöktüğünü gördüm.bunlar arasından çığlık sesleri yükseliyordu.kalbimin ve beynimin derinliklerinden gelen büyük bir istekle Allah’a yalvarıyordum. “Allah’ım çocuklarımı ve insanları sen koru”.. Oğlumun evinin geldiğimde Yaradanın çocuklarımı koruduğunu gördüm. Sevindim. Ama mahallede yüzlerce insanın göçük altında bulunuşunun üzüntüsünden kurtulamıyordum. Baktım çocuğumun evi ayaktaydı. Her taraf karanlıktı hala. Dışarıda ateş yakmışlar aydınlanıyorlardı. Çocuklarımla sarıldık. Ağlaştık uzun süre. Oğlumla el ele tutuşarak benim oturduğum mahalleye geldik. Eşimi de alarak geri döndük. E – 5 üstünde gelinimin ve torunumun da geldiğini gördük. Eşimi de onlara katarak paşa denen semte gönderdik. Ben de oğlumla birlikte Adapazarı’nda oturan kızım, damadım, torunlarımla, Sapanca’da oturan küçük kızım, damadım ve torunlarımın akıbetini öğrenmek için yola koyulduk. Telefonla onlara ulaşmak mümkün değildi. Tüm telefonlar kilitlenmişti. Rast gele araçlara işaret ediyor, fakat kimisi üzüntüden bizi görmüyor, kimisi acelesi olduğunu söylüyordu.bir ara bir taksiye işaret ettik. Bu özel bir otomobildi. İçinde de sadece sürücü vardı. Durdu, sordu. Adapazarı’na gitmek istediğimizi söyledik. Bizi aldı. Bu şahıs bir polisti. İstanbul’da görevliydi. Adapazarı’nın bir köyünde annesi varmış. Ama araçlar adım adım ilerleyebiliyordu. 40 dakikalık yolu biz 4 saatte kat edebildik. Saat 11:00’da E.B.K. denen yere varabildik. Polis memuru köyüne gitti. Bizde bir şehir içi araca bindik. Büyük kızımın bulunduğu mahalleye varabildik. Hepsini sağ salim görünce dünyalar benim oldu. Sarıldık, ağlaştık. Hemen ayrıldık. Yıkılan, yok olan Adapazarı’nın akıbetini göz yaşlarımızla izleyerek Sapanca’nın yolunu tuttuk. Gelinimin ailesi ile kayınbiraderin de varlıklarını gördükten sonra dört araç değiştirerek Sapanca’ya vardık. Onları da sağ salim görünce ancak gözlerim açıldı. Keza onların da herhangi bir acı haberini almadım. Beklemeden tekrar Bekirpaşa beldesinde bir arazide toplanan insanların bulunduğu yere geldik.
Geniş bir arazinin bulunduğu yere mahalle halkı toplanmış, herkes kendine çarşaflardan oluşan çadırlarını hazırlıyordu. Biz de herkesin yaptığı çadırlardan hazırladık. Ağustos güneşinin altında sonuçları bekliyorduk.
Depremin ilk günlerinden itibaren fırıncılar, esnaflar, sanayiciler, iş adamları bizlere ekmek, su, meyve, sebze, kuru yiyecek maddeleri, aygaz firmasının dağıtmış olduğu küçük piknik tüpleri, ışıldaklar, giyecekler velhasıl devletten önce bu yüce milletin hayırseverleri imdadımıza yetişiyordu. Aç, susuz kalmadık. Ama endişe ve korku iliklerimize kadar işlemişti. Kamyonlarla, minibüslerle, tırlarla gelen yardımlar için herkes sıraya giriyor, ihtiyaçlarını alıyordu. Türk ulusunun bir bireyi olmanın gururunu bir yandan yaşıyorduk. Bu ulus büyük ve yüce bir ulustu. Bu manzara karşısında insanın yüreğinin yanmaması mümkün değildi. Üzüntü ve vefa dolu bir manzara… Sarsıntılar sürüyordu. Ama bu artçı sarsıntılardı. Kulağımız Kandilli Rasathanesi Müdürü Işıkara'da idi. Onun her sözü doğruydu. Prof. Işıkara ulusu sürekli teskin ediyordu. Devlette harekete geçmişti bile. Akut başta olmak üzere kurtarma çalışmaları başlamıştı bile. Türk Silahlı Kuvvetleri her zaman olduğu gibi ulusunun yanındaydı yine. Ayrıca başta komşumuz Yunanistan olamak üzere Avrupa'nın tüm ülkelerinden,Rusya’dan, Japonya’dan, Amerika’dan yardımlar ve kurtarma ekipleri gelmeye başlamıştı. Çadırlara taşınan hastanelere akın akın yaralı geliyordu. Doktorlar tüm imkanlarıyla halkının yanındaydı. Ambulans sesleri gökleri deliyordu. Sürekli yaralı taşıyorlardı. Helikopterler tepemizde geziyor, önceden keşifler yapıyor, sonra askerler kurtarmaya gidiyordu. Artık İzmit, Gölcük, Değirmendere, 60 Evler, Kullar, Acısu, Sapanca, Adapazarı, Hendek, Gölyaka,Yalova, Çınarcık Avcılar ve adlarını buraya sığdıramadığım yerler enkaz haline gelmişti. Körfez boyunca başlayan fay hattı Çınarcık’tan Sapanca’ya kadar, oradan Arifiye, Adapazarı, Akyazı, Kazancı köyünden, Çarıkuruğu Köyü’ndenKızanlık, Karadere, Muhapdede, Deremahallesi, Efteni’den Gölyaka’ya oradan da Düzce’ye kadar olan hat etkilenmişti.
50 bine varan yaralı, 20 binin üstünde ölü veren bu afette 60 bin askerin yardım çalışmalarına katıldığını öğreniyorduk. Yaralıları kurtarmak için helikopterler, askeri ve sivil uçaklar dinlenmeden ülkenin her yerindeki elverişli hastanelere insan taşıyordu. Ama Allah’ım bu ne musibet? ... Ülke kan ağlıyor. Bütün dünya bu akıbetimize kayıtsız kalmıyordu. Onlar da ülkemizin yarasına merhem olmaya çalışıyorlardı. Bunları herkese açık yerlerde kurulan TV'lerden öğreniyorduk. 18 Ağustos günü meydanlara konulan ücretsiz telefonlarla Adapazarı’ndaki ağabeyim ve İstanbul’da bulunan baldızım, Düzce’de bulunan yeğenlerimin sağlık durumlarının iyi olduklarını öğrendim.ilk fırsatta Adapazarı’na, oradan da Düzce’ye giderek yerinde inceledim. Durumları iyiydi. Aynı gün geri döndük. Bu defa Tüpraş rafinerisinde tanklar yanıyordu. Yöreye yakın 5 km’lik iskan yerleri boşaltılıyordu. O gece büyük bir panik başladı. Herkes altındaki araçlarla bu yöreden uzaklaşıyordu. Biz de birkaç aile fırıncıya ait bir kamyonetle Karadeniz’e yakın Üçtepeler denen yerdeki orman işletmesi tesislerine çıktık. O geceyi toprakta geçirdik. Sabahleyin tekrar çadırımızın bulunduğu yere döndük. Her dakika yeni bir söylenti vardı. Bu defa da metan gazı sızıntısıyla 35 – 40 km’lik uzaklıklara kadar etkileneceği ve zehirlenme olayları başlayacağı söylentileri tüyleri ürpertiyordu. Ama bu defa insanlar Kandıra yönüne akınlar halinde gidiyordu. Biz Düzce’ye, oğlum ve ailesi Zonguldak’a gittik. Düzce de depremin sadece korkusu yaşanıyordu. Pek o kadar hasar yoktu Gölyaka’dan gayrı. İki gün yeğenlerle yağmurda dışarıda yattık. Üçüncü gün Adapazarı’na döndük. İki gün yine çadırda ağabeylerimle kaldık. Hava yine oldukça yağmurlu idi. Artık İzmit’e dönmenin zamanı gelmişti. Yola koyulduk. Bu günlerde yol ücretini bizden alan yoktu. Bedava gidip geliyorduk. Döndüğümüzde halk yine dışarıda idi. 5 şiddetinde gece yine sarsıntı olmuştu. Havanın yağışlı oluşu nedeniyle çadırlarda kalmanın imkanı yoktu. 42 evlerde evimin önünde hayırsever birinin verdiği yazlık çadırı kurduk. Artık tüm çocuklarımı yanımda görmek istiyordum. Çocuklarım, gelinim, damatlarım ve torunlarımın tümünü bir araya getirdim. Ağustos sonlarıydı. Bir çokları başka illere taşınmak için kriz masalarına başvuruyorlardı. Ben de başvurdum. Tokat’a gidecektik. Zaten büyük kızım ve ailesi Tokat’a varmışlardı bile. Kriz masası tren biletini ücretsiz sağladı. Saat 24; 00 treniyle hareket ettik. Rayların oldukça bozuk olduğu belliydi ki 7 saatte Arifiye’ye gelebildik. Orada hepimiz indik. Hanımları ve çocukları otobüsle uğurladık, biz oğlumla kaldık.
Deprem sonrasının ilk haftasıydı. Oğlumun ısrarıyla tekrar çıkıp televizyonu açtık, izliyorduk. Oğlum bir kanepede ben ötekinde uzanmıştık. Yine bir sarsıntı. Bu 6.5 şiddetindeydi. Oturduğumuz evin zemini biraz yumuşak olduğundan fazlaca sallanıyorduk. Hemen ayağa kalktık. Kapıdan dışarı çıkacağımıza balkona doğru yöneldim. Bir yandan da oğluma kızarak aranıyor “oğlum şimdi işimiz bitti” diyordum. “korkma baba, sarsıntı durdu “ diyordu. O günden sonra evde uzun süreli kalamadım.
Aradan yirmi gün geçmiş, eşim ve çocuklarım Tokat’tan dönmüştü. İki kızımın eşleri ve çocuklarıyla gelmelerini istedim. Günlerdir çocuklar barakada, ben ve eşim çadırda kalıyorduk. Almanya’dan bir telefon geldi. Baldızım. Bir ihtiyacımız olup olamadığını sordu ben de paraya ihtiyacımız olduğunu söyleyince 700 dolar gönderdiğini söyledi. Gidip bankadan parayı çektim. Bir ilaç geldi bana adeta. Çünkü on bir kişiye bakıyordum. Gerçi hem Kızılay hem de Diyarbakır Büyükşehir Belediyesinin mutfağı yemek veriyordu ama diğer ihtiyaçlar da vardı onları da karşılamak zorundaydım.
Okulun bahçesinde kriz masası kurulmuştu. Dünyanın her tarafından yardımlar yağıyordu. Bir yandan da sarsıntılar devam ediyordu. Türk insanı esnafı, sanayicisi ile yanımızdaydı artık. Depremde yıkılan binaların enkaz kaldırma çalışmaları tüm hızıyla sürüyordu. Gökyüzünde keşif uçakları, helikopterler tur atıyordu. Ana yol tıklım tıklım, cankurtaranlar acı acı düdük çalarak yaralıları kurtarmaya gidiyordu. Dövünen analar, bağrı yanık babalar, öksüz kalmış yavrularla dolup taşıyordu. Ciddi boyutlarda olan felaketin açmış olduğu yaraları bir nebze de olsa sarılıyordu. Millet, ordu, devlet el ele idi. Canları pahasına da olsa enkaz altına girip yaralıları kurtarmaya çalışıyorlardı. Çok ciddiydi. Çünkü Marmara Bölgesi kan ağlıyordu. Türkiye’nin nabzı bu bölgede atıyordu. Türkiye artık Marmara bölgesiydi. İnsanlar sürekli yardım dağıtıyordu. Ne büyük ve yüce bir milletti bu millet. İnsanlar artık milliyet gözetmeksizin deprem zedelerin yanındaydı artık.yunanlısı, Almanı,Rusu, Uzakdoğu'dan Japonya'ya kadar tüm kurtarma ekip Yurttaş olmanın, insan onurunu yaşıyordu herkes. Kimseler evlerine giremiyor, çadırlarda, barakalarda barınıyordu herkes. Bir ay geçmesine rağmen deprem devam ediyordu. Bunlar artçıydı ama oldukça şiddetli sarsıntılardı. Depremin ilk saatlerinde 6. 7 şiddetinde olduğu söylenirken bunun 7.4 olduğu belirtiliyordu. Sonra anlaşıldı ki 6.7 şiddetinde başlayan deprem 45 saniye sonunda 11'lere kadar yükselmiş. Herkes şaşkınlık içinde. Bölgenin batma ihtimali söylenmeye başladı. Bölge insana başka illere kaçmaya başlamıştı.
Eşim bir hanımla tanışıyor, ona Hacıbektaş Veli’nin adına kurulan vakfın bir şubesi olan derneğin çadırkent kurduğunu söylemiş. Yönetici ile görüşmemizi önerdi. Eşimle kalkıp yöneticiyi bulduk. “Bizi kabul eder misiniz? ” dedik, kabul ettiler. Adı Umutkent. Yöneticisi Selamet Bey. Bize iki çadır tahsis etti. Divandan yatağına, aygazdan elektrik sobasına varıncaya kadar. Alman sosyal demokrat parti Münih idare kurulu üyesi Ursula bize armağan etmişti sobaları. Tam yüz aile barınıyordu bu çadırkentte. Ortalama beş yüz insan bakmaya başladı. Altı ay bu çadırkentte yedik, içtik, ısındık. Genellikle alevi birliğinin yardımlarını sağlamaya başlamıştı. Dünya Aleviler Birliği her zaman yanımızdaydı. Tırlarla yiyecek yardımları geliyordu. Her sokağın başına bir yönetici hanım seçildi. Her akşam büyük poşetlerle giyecek dağıtılıyordu insanlara. Kullanılmış eşyalar olduğu gibi sıfır fabrikasyon olanlarda vardı. Bayram günleri hayırseverler gelir fitre ve zekat yardımları da yaparlardı. Sigara parasından başka hiçbir masrafımız olmuyordu. Bu aylarca sürdü. Bizler tam altı ay kaldık bu Umutkentte. Kader birliği içindeki bu insanların ilişkileri örnek düzeyde idi. Merkez üssü Düzce olan bir deprem daha kaydedildi. Marmara depreminden bağımsız bir depremmiş. Allah’tan insanların çoğu dışarıda imiş ki zayiat az oldu. 900 kişiyi de bu depremde kaybettik. Onlar da yemek pişirmeye, namaz kılmaya, tuvalet ihtiyacını karşılamaya konutlara girenleri yakalamış. Kimisi balkondan, camdan atlarken canlarından olmuş. Düzce Devlet Hastane’si çökmüş. Hastaların büyük bir kısmı enkaz altında can vermişler. Ertesi gün ailece otomobilimizle Düzce’ye vardık. Yeğenlerimizi sağ salim gördük ama köyleri ile birlikte Gerede’ye kadar olan yörelerin yerle bir olduğunu gördüğümüzde bir kere daha yaralandık…
Bir milletin varlığında din birliği esastır. Aynı zamanda din milli birlik ve beraberlik kavramını doğurur. Bu bir Allah’ın emridir. Bunu Mustafa Kemal çocukluğunda dahi düşünürmüş.
1923’te gündeme getiren Mustafa Kemal tartışmaya açmış, 1925’te meclisle görüşmeye başladıktan sonra aynı yıl yasalaştırmıştır. “Herkes dinini öğrenmelidir.” demiş adı geçen Kuran-ı Kerim Türkçe meali halka dağıtılmıştır.
Kutsal kitabın 99. Suresinde Allah şöyle buyurmaktadır. Nitekim 1999 depremi hem rakam olarak tutmuş,hem de surede geçen ifadenin aynısı yaşanmıştır. Yüce Mevlam şöyle diyerek uyarmaktadır:
Sure:99(zilzal) Deprem suresi besmeleden sonra:
1-Yer o şiddetli sarsıntı ile sarsıldığı
2-Yer içindeki ağırlıkları çıkarıp dışarı attığı
3-Ve insan “Ne oluyor” dediği zaman
4/5- O gün yer,Rabbinin ona vahdetmesiyle haberlerini anlatacaktır.
6-O gün insanlar,mallarının karşılığı kendilerine gösterilmek üzere bölük bölük çıkacaklardır.
7-Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu görecektir.
8-Her kim zerre kadar şer işlemişse onu zerre kadar görecektir. Öyle olmadı mı? M.S 7. yüzyılda Yüce Tanrı insanları uyararak kendilerine dönmesini emreylemiştir. Aynı şeyleri gördük. Evlere girmek olanaksızdı.
M.S 7. Yüzyılın başlarında Allah peygamberimiz Hz. Muhammed’e insanlara tebliğ etmek için indirdiği Kuran’daki bu ayet tesadüf değildir. Bir hakikat tebliğidir.

Bir yıl kadar Çadırkent’te kaldıktan sonra, yakın bir kasaba olan Uzunçiftlik’te prefabrik evlerinin var olduğunu duydum. Aynı gün eşimle birlikte Uzunçiftlik’teki konutların iskânı için ilgili yöneticiye müracaat ettik. Oradan bir prefabrik ev verdiler. Biz de hemen yerleştik. Karşımızda bir aile vardı. Onlar taşındılar, yerlerine iki çocuklu bir anne yerleşti. Kocasından bir olayla ayrılmış. Deprem gecelerinden birinde kocasının başka bir kadınla ilişkideyken yakalamış. Anında savcılığa müracaat etmiş. İlgili kadın da zorla bu yola düştüğünü ifade edince adalet tutuklayıp hapse atmış. Bir süre sonra hüküm giymiş. Ondan dolayı bu kadın iki kız çocuğu ile yaşamını sürdürürmüş. Bir gün bu adam tahliye olur. Boşandığı kadının oturduğu konuta gelir. Konuşurlar, birlikte pazara çıkarlar. Gülüşmeler, kahkahalar çevrede ilgi uyandırıyordur.
Bir gün küçük kızı “amca acele gel, babamla annem birbirlerini öldürüyorlar!” diye bağırıyordu. Koştum, gittim evlerine. İkisinin elinde ekmek bıçağı, saldırmak istiyorlardı. Biri saldırırsa öteki de karşılık verecek halde gibi idiler. İkisinin elindeki bıçağı tuttum, Allah’tan çekmediler çekseler elim doğranacaktı. Bıçakları aldım, dışarı fırlattım. Böylece onları ayırdım.
Sonra başka bir gün kadın erkeği mahkemeye vermiş. Erkek de beni tanık göstermiş. Yargıç beni çağırdı. Bana “Bak sen bir öğretmensin, doğrusunu söylersin. Kim haklı kim haksızdır?” dedi. Erkek haklıdır, dedim. Birkaç gün önce ikisini kol kola eve gelirlerken gördüm deyince beraat dedi. Dosya düştü. Ama kadın bana düşman kesilmiş. Karakola da söylemiş. Karakol amiri de bana zıt olmuş. “Sen neredeysen bundan sonra ben bileceğim” dedi. Aklı sıra beni takibe aldı. Çeşitli yerlerden bana tehdit telefonları gelmeye başladı. Artık benim burada huzurum yoktu. Memleketime taşınmak gerekiyordu. Taşındım.
Yıl 2001. Artık gereksiz yere beni rahatsız eden yoktu. Ev kiraladım. Adapazarı’ndayım. Eşimle mutlu yaşıyorum. Koalisyon dönemi, piyasa çok kötü idi. Fiyatlar akşam 5 ise sabah 10-15 hatta 20 lira oluyordu, paranın değeri pula düşmüştü. Faizler %1000-2000 idi.
Bu durum karşısında seçim şarttı. Nitekim seçim olacaktı. Bugünkü Cumhurbaşkanı o zamanlarda Ziya Gökalp’in kurtuluş dönemine ait bir şiir okudu diye on ay hapiste yatmıştı. Ben çok üzülmüştüm. Seçine girince oyumu ona vereceğim diye düşündüm. Seçim oldu, ben de oyumu ona verdim. Hem de ailece. Tek başına partisi iktidar oldu. Recep Tayyip Erdoğan da parti başkanı olunca başbakanlık hakkını aldı. Kısa zamanda Türk parasını değerlendirdi. Altı sıfırı atarak dövizle eş değerde oldu. Fiyatları bir yöntemle düzeltti. Bundan başka birçok yenilikler yaptı. Büyük reform geliştirdi. Millet rahat etti.
Ben de 2005’te Sakarya Yazarlar ve Şairler Derneği’ni kurdum. Hala dernek yasal biçimde devam ediyor. Kurucu başkan ben oldum. Kısa zamanda 70-80 üyesi oldu. Her ay bir ilçeye gidip sanat gecesi düzenledim. Tabii ki Sakarya valisinin onayı ile. İlçe kaymakamı, belediye başkanı, milli eğitim müdürü ve ilçenin diğer zevatları hazır halde ilçelerde gece-gündüz sanat toplantılarını yaptım. Her toplantıda açılış ve kapanış konuşmalarını yaptım. Üyeler de şiirlerini okurlardı. Ulusal bir çalışma oluyordu.
Yönetim kurulunun ilk toplantısında bir dergi çıkarma kararı aldık. Derginin adı “Çağdaş Ekin Dergisi” idi. Eğitim, kültür, sanat, fikir dergisi. En az 32 sayfa, büyük boy, her sayı 1000 adet olacaktı. Oldu da. Sahibi; dernek adına başkan, yazı işleri müdürü yine başkan Mustafa Kulaber. Sekiz sayı benim imtiyazımda çıktı. Böylece valilik, belediye başkanlığı ve tugay komutanlığının da desteğini sağladık. Ayrıca Enka, ticaret odası ve diğerlerinin maddi ve manevi yardımları peşi sıra geldi.
Artık yorulmuştum. Bu işler parayla dönüyordu. Dernek başkanlığından beş yıl sonra istifa ettim. Eve de yazılmıştım. Kurada bana bir ev çıktı. Eşyaları topladık. TOKİ’nin verdiği eve taşındık. Eşimle birlikte ihtiyaç olan her şeyi tamamladık. Temizliğe başladık. Bir ay kadar eşimle oturabildik. Eşim hastalandı. Hastane hastane, doktor doktor koştuk tedavisi için. Biraz iyi oluyor,tekrar hastalanıyor. Nefes darlığı çekmeye başladı. Bir profesörün nezaretinde Kocaeli Üniversitesi’ne yatırdım. Tam bir ay refakatçi olarak eşimin yanında kaldım. Kontrol altında idi. İyi de bakıyorlardı. Üç defa tahlilde sağlam çıktı. Dördüncü tahlilde akciğer kanseri olduğunu saptadılar. Aynı gün aynı hastanenin onkoloji bölümüne yatırdık. Bu on beş gün sürdü. Aynı gün ağırlaştı. Günlerden pazardı. Uzman doktorları Cumartesi ve Pazar günleri hastanede görmek mümkün olmadı. 02.05.2011’de saat 06:00’da eşim komaya girdi. Allah’ın rahmetine kavuştu. Çocuklar, torunlar, ablası da hazır onu bekliyorduk. Belediyenin cenaze arabası ile Adapazarı’ndaki –Korucuktaki evin önüne- getirdik. Cenaze arabasından indim. Baktım. Yakın akrabalarım, yeğenlerim, meftanın kardeşleri ve semtin bütün kadınları kapının önünde meftayı bekliyor, gördüm. Gayrı ihtiyari “Siz benden canlı arkadaşınızı istiyordunuz, canlı getiremedim ölüsünü getirdim.” Diyerek yüksek sesle ağlıyordum. Kadınların hepsinin benimle birlikte ağladıklarını gördüm. En acıklı dakikaları yaşadım. Cenaze namazını Korucuk Camii’nde kıldık. Adapazarı Belediyesi bir cenaze arabası, bir de koca otobüs göndermiş. Küçük kızıma yakın olan Sapanca Mezarlığı’na gittik. Küçük damadım Cüneyt çoktan mezarlığı satın almış. Mezarcı ve belediye işçileri kabri hazırlamışlar. Gerekli olan malzemeler de Adapazarı Belediyesi’nce karşılanmış. Sadece rahmetlinin toprağa verilmesi kalmıştı. Yakın aile dostu olan mahallenin fırıncı Abdurrahim, eşi ve çocukların hazır olduğunu gördüm. Abdurrahim ağabey ve imam birlikte Kuran okudular. Ölüyü toprağa verdik. Allah rahmet eylesin. İmamın ücretini çocuklar ödediler. Abdurrahim ağabey para almadı. Mevlüt okundu. Sureler tekrarlandı. Döndük evimize…
Müteakip haftanın Cuma namazını kılmak için camiye gittim. Sünneti kıldım. Farzı kılarken sağ kalçam ve ayağıma bir sancı vurdu. Yattım. Doktor geldi “Derhal ambulans çağırın, hastaneye yetiştirin.” Dedi. Az sonra beni battaniyeyle ambulansa koydular. Hastaneye geldim. Bir doktor acilde yanıma geldi. Bir iğne yaptı. Ayıldım. Başka bir araba ile evime geldim.

Günlerde bir gün torunum Elif ile buluşmak üzere Adapazarı’na geldim. Atatürk Parkı’nda çaylarımızı içtik. Zaman bayağı geçmişti. Elif’i İzmit’e uğurladım. Ben de az sonra kalktım. Deprem müzesinin yanına kadar yürüdüm. Bana bir şeyler oluyordu. Bulvara geldim. Sırtımda bir ağrı başladı. Dayanamadım. Bir boş bank gördüm ve gittim o banka yattım. Ama çok fenalaştım. Karşımdaki bankta iki kişi oturuyordu. Onlara işaret ettim. Ama onlar beni dinlemediler. Beni sarhoş sandılar. Az sonra yanımdan iki kişi daha geçiyordu. Onlara telefonu uzattım, Kadir’i aramalarını tarif ettim. Ama nefes alamıyordum. Kadir’e telefon ettiler. Bendeki bu durumu kısaca ona anlattılar. O an ambulansı aradılar. İki dakika sonra ambulans geldi. Hemen beni ambulansa attılar. Hastanenin yolunu tuttuk. Tangır tungur gittiğimizi hissediyordum. Ama nefes almam zorlaşıyordu. Acile vardık. Doktorlar uçuştular. Onlardan biri bir hap verdi. Bir de iğne yaptılar. Ayıldım, kendime geldim. Devletime dua ederek ayağa kalktım. Damadım Kadir ile kızım Serap ambulansı takip ediyorlarmış. Baktım ki bunların başucumda beni öptüklerini gördüm. Serap “Baba bizi bırakma.” Diyerek ağlıyordu. Beni yoğun bakıma aldılar. Üç gün yoğun bakımda kaldım. Sonra anjiyo yaptılar. Atardamar tıkanmış, yan damar daralmış. Rapor edildikten sonra ameliyatı önerdiler. Taburcu ettiler. Bir diğer hastaneye gittim. Oradaki doktor da ameliyat olacaksın dedi. Ben olmam deyince yirmi güne kadar olmazsan öleceksin dedi. Başka bir hastaneye gittim. Oradaki doktor ameliyatsız beni iyi edeceğini söyledi. Gün verdi. Aynı gün birine stent taktı öbürüne balon yaptı. Kurtuldum.
Günlerden bir gece saat beşte uyurken burnum kanıyor, bir türlü kanı durduramıyordum. Apartmanda bir eve telefon açtım. Acele gelmelerini istedim. Komşu hanım geldi. Ama o da kanı durduramadı. Komşu kadın kapıcıyı çağırdı. Kapıcı geldi “acele hastaneye götür” dedi. Ardından bir taksi buldu ve beni Kahraman Hastanesi’ne götürdü.
Hastanede tampon yaptılar. Ama ağzımdan kan geliyordu. Çocuklar haberdar olmuşlar. Oğlum Ferhat saat dokuzda beni evden aldı, başka bir hastaneye götürdü. İlgili Doktor; “Bu tamponu hademe mi yaptı?” dedi. Güldü sonra ekledi; “Bu burnu kanamasaydı felç olacaktı. Yarın sabaha kadar bu tamponu sökmeyin” dedi. Bizi uğurladı. Oğlum beni Sapanca’daki kızıma götürdü. Üç gün orada kızım Özgür’ün evinde kaldım. Üç gün sonra oğlum Ferhat İzmit’teki evine götürdü.
Günler geçti, aylar geçti. Kızlarımı özledim. Kızım Özgür’ü ziyaret edeyim dedim. Sapanca’ya gittim. 3-4 gün onda kaldım. Serap kızıma gitmem gerekiyordu. Sapanca arabasına bindim. Adapazarı’na vardı. Kızıma gittim belediye otobüsüne bindim. Elimde çanta, bir elimle de otobüsteki tutunma yerine gittim. Tam o sıra sürücü ani fren yaptı. Otobüsün aralığına üç metre beni fırlattı. Sağ kalçamın üstüne düştüm. Ağır bir şekilde tepelendim. Nefes darlığı da var. Nefesim kesildi. Otobüs durdu, sürücü ağlayarak kafamı göğsüne aldı. “112’yi çağırın” dedi. Ambulans geldi ve beni ambulansa aldılar. Acile götürdüler. Sadece bir iğne yaptılar. Kendime geldim. Sürücü doktor ile başımdaydı. Aynı zamanda kızım Serap ile damadım Kadir de geldi. Beni aldılar ve evlerine götürdüler. Ertesi gün oğlum Ferhat geldi. Beni aldı, İzmit’e götürdü. Sağlığımı kontrol altına aldı. Günler böyle sürerken haftalar, aylar geçti.
Bir gece huzurevinde iken müthiş bir nefes darlığı çekmeye başladım. İlgililere “112 çağırın.” Dedim. “Sende bir şey yok” dediler. Oğlumu aradım, uzak illerden birindeydi. Adapazarlı hemşerim Yaşar Kobaş’a telefon ettim. Uyuyordu. Kalktı, geldi. Beni devlet hastanesine yerleştirdi. İlk müdahale yapıldı. Doktor Yaşar Kobaş’a “Yarın sabah acile getirirsin” dedi. Huzurevine döndük. Sabah oldu. Saat dokuzda Yaşar Bey geldi. Beni aldı, acile götürdü. Doktor yatış verdi. On dört gün özel araçla nefes aldım. Olmadı. İç hastalıkları uzmanı cerrah çağırdı. Hemen müdahale etti. Trafik kazasında akciğer ezilmesi gözüktü. Ayrıca akciğerlerde balgam ve su birikimi varmış. Narkoz yaptı. Balgam ve suyu aldı. O gün huzurevine döndüm.
Bende zona hastalığı baş gösterdi. Ağrı çok şiddetli idi. Bir gece huzurevinde yatarken ansızın fenalaştım. Tuvalete giderken yere serildim. Nöbetçi amir Süleyman Bey derhal 112’yi aradı. Ambulans ile İzmit’teki hastaneleri dolaştık. Yer yokmuş. Sonunda Gebze’deki hastaneye götürdüler. Meğer bir gün önce zonanın ağrısını dindirmek için aldığım hap midemi delmiş, midem kanıyordu. Önce delik mideyi onardılar, iç kanamayı temizlediler. Çırıl çıplak vaziyette yoğun bakıma aldılar. Çok susamıştım, su istedim. Vermediler. Avaz avaz bağırıyorum, beni dinleyen yok. Bu defa elimi ayağımı bağladılar. Dört gün serumla yetindim. Yanı başıma bir görevli verdiler. Kımıldayamıyorum. Gözetim altındaydım.
Oğlum geldi, gitti. Gelinim geldi, gitti. Yeğenlerim ve kızlarım geldi. Durumumun çok kötü olduğunu gördüler. Ümidi kestiler. “Ölecektir” kanaati uyandı onlarda. Dört gün sonra iyi olduğumu doktora söyledim. Oğlumu çağırdı. Dört-beş saat sonra Ferhat oğlum geldi. Taburcu edildim ve eve döndük.
Kocaeli Valisi Sayın Hasan Basri Güzeloğlu bizim barındığımız Kocaeli Huzurevi ile çok yakından ilgilenirdi. Sözünü ettiğim vali şimdi Diyarbakır valisidir. Vali Güzeloğlu ilin tüm huzurevi yaşlılarına yemek şöleni verdiği bir büyük salonda bizleri topladı. Yedik, içtik. Orkestra eşliğinde sanatçı bizlere parçalar okudu, türküler söyledi. Bir ara verildi. Dışarı çıktım. O zaman müdür yardımcısı olan şimdiki müdürüm bana “Herkes şiir okuyor sen de oku.” Dedi. İçeri girdim. Ben de “Benim Doğduğum Köy” adlı şiirimi okudum. Yerime geçtim. Biri yanıma geldi, “Sen Adapazarlısın değil mi?” dedi. Evet dedim. “Ben Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürüyüm. Ben de Adapazarlıyım. Şiirlerini bir araya getir, Bakanlığa göndereceğim.” Dedi ve yanımdan ayrıldı. Ben de bu şiirlerimi topladım, Sayın İl Müdürümüz Bekir YÜMLÜ’ye verdim. Bana, “Kitabına sponsor buldum.” Dedi. Birkaç gün sonra para gönderildi. Ertesi gün matbaaya götürdüm, kitap basıldı.
Aradan birkaç ay geçti. Sayın İl Müdürümüz Bekir YÜMLÜ, Sayın Bakanımızı ve Sayın Valimizi huzurevine davet etti. İl müdürü konuşma yapıyordu. Meğer benden bahsediyordu. Kürsüye davet etti. Bir şiirimi okudum. Birer kitap da imzalayarak zevata verdim. Toplantı meğer benim içinmiş. O olaydan onurlandım. Beni ayakta alkışladılar.

Yıl 1970 bir köyde öğretmendim. Üçüncü sınıfı okutuyordum. Ders Türkçe. Okuma kitabında kahraman Ali adlı bir parça. Birkaç öğrenci okuduktan sonra Kurtuluş Savaşında Ali’nin kahramanlığından söz eder. Hangi şartlar altında vatanı savunduğumuzu, düşmanın bize yaptığı adilikten ve milli duyguları kabartan konuşma esnasında sınıfta çıt yok. Çocuklar oldukça heyecanlı. Bir çocuk parmağını kaldırdı. “söyle oğlum” dedim. “öğretmenim Reşat ağlıyor” dedi. Ben de heyecanla “oğlum üzülme, vatanı ve milleti kurtardık. Özgürüz, düşmanı kovduk” dedim. Reşat’ın yanındaki çocuk “hayır öğretmenim, Reşat’ın çişi geldi çok sıkıştı onun için ağlıyor” dedi.

İlk öğretmen okuluna yeni girmiştim. Okulun salonunda şiir şöleni vardı. Ben daha henüz orta birdeydim. Bir şiir yazdım ben de. Şiirin dördüncü mısrasında tekrar ettiğim bir satırda “ey profesör, öğretmen” diyordum. Herkes güldü. Öğretmen de güldü. “profesör de öğretmendir oğlum” dedi.

Öğretmenlik yaptığım bir köyde Hacı dayı denen bir yalı zat vardı. Bana her gün “siz öğretmenler bir şey öğretmiyorsunuz. Onun için size öğretmen demişler. Siz dini öğretmiyorsunuz” derdi. Takılırdı. Ne kadar kendimi savunsam da ikna edemezdim.
Emine adlı bir torunu bende okuyordu. Birinci sınıfta. Henüz yaşı yedi idi. Okuma yazma öğrenemedi. Ben de karnesinde “kaldı” yazdım. O gün Hacı dayı, oğlu Ömer’i gönderdi. “hocam babamın (Hacı dayının) selamı var. Sana beş kilo yağ beş kilo bal beş kilo yün bir de 50 lira verecek. Şu Emine’yi sınıf geçirsin diyor” dedi. Ben de “Ömer bey hiçbir şey istemiyorum. Yarından itibaren Emine’yi okula gönder” dedim. Evrakları 15 gün geciktirdim. Ama Emine’ye okuma yazmayı özel olarak ilgilenerek öğrettim. Sınıfta beş sınıf, yetmiş öğrenci vardı. Emine sınıfı geçti.
Bir gün köy meydanına doğru giderken Hacı dayı bastonunu uzattı. “dur bakalım öğretmenim siz hepiniz böyle ahlaka sahipsiniz” dedi. “evet” dedim. Gözlerimden öptü.

Yine öğretmen okulunun birinci sınıfındaydım. Top sahasında bir bisiklet buldum. Bindim. Korka korka koca sahayı geziyordum. Aklıma biri karşıma çıksa bisikletle ona vursam müdür beni öldürür derken karşıma müdür çıktı. Vurmamak için yalpaladım. Ama gel gör ki müdüre tosladım. Bana “bisikletten in, doğru benim odama git” dedi. Artık kurtuluş yok dedim. Arkamdan müdür odasına girdi. “bak oğlum sana Nafiz Çamlıbel’in bir şiirini okuyayım da git” dedi. İkimiz birlikte dışarı “arkadaşım müdür şairi dövdü demesinler gülerek çıkalım” dedi. Bizi bu şekilde gören sınıf arkadaşlarım meğer beni bekliyordu. Alkışladılar. Müdür “bak oğlum işte seni ve beni alkışlıyorlar” dedi. Benle toka yapıp evine gitti.

Bekârken bir öğretmen severdim. O da beni severdi. Bir gün eşimle Amasya’ya gidiyorduk. Eşim “işte eski sevgilin” dedi. Sahiden o imiş. Benim elimde Hayat mecmuası, onun elinde Hürriyet gazetesi. İsmen hitabettim. “ben hayatımı vereyim sen hürriyetini ver” dedim. “senin hayatın uyuyor” dedi.

Bir ortaokulda Türkçe dersine giriyordum. Çocukları ben çok severim. O çocukları da çok sevdim. Ayrılırken “öğretmenim bizi bırakmayın' deyip ağlayarak bana sarıldıklarını unutamıyorum.

Ahmet Mustafa Kulaber
Kayıt Tarihi : 21.10.2014 15:41:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Ahmet Mustafa Kulaber