Kara kuşlar hububata zararlıdır dediler de ondan oldu ilk canlıya kıyışım… Aslında tam öyle de değil, demem o ki cana kıyan birine ilk şahit olmuşluğum …
Bir gün söğüt ağacına kara kuşlar tünemişken bir kırma sesi duydum ve ondan sonra oldu bir katliama ilk şahitliğim…
Kara kuşlar vardı çocukluğumun sahrasına ekilmiş buğday ovasında… Ben Yusuf gibiydim ama yok hatta değil, Eyüp gibi hasta hasta peşlerinde… Bir gün bir amca ''Süleyman’ım'' dedi bana ve konuştu kuşlarla…
- O'nu tanıyorum dedi Diyarbakır
Saçları meneviş elleri ıtır -
O bir konuydu. Berrak bir odak güçlü bir sesti. Böyle bir odak çok zor bulunurdu. Bireyin sürekli gelişmesini sağlayan, büyük ideallere kavuşturan böyle kişiliklerdi.
O Sartre'nin Anny ismini takıp somutlaştırdığıydı, Marcau'nun Creezy deyip anlattığıydı. Onun gizemi son derece açık oluşundaydı. Onun vefası küstahça davranışlarındaydı. Her şeye rağmen böyle bir kişiliğin yüceltiliyor olması haksızca değildi. Çünkü onu yüceltmek insanı yüceltmekti.
O, ulaşılması, çözülmesi gereken bir bireydi. Hiçbir zaman gerçeğini ele vermeyen ve bu halinden " hayatı denemek isteyen biri " sonucu çıkarılabilen fakat böyle olup olmadığı bile hiç bir zaman çözülemiyen bir bireydi.
Olaylar onun gözünde cazibesini çok çabuk yitirebiliyordu. Bu da ona sürekli değişik anları, değişik insanları, değişik ortamları görüp tanıyabilme imkanı sağlıyordu.
Senin gülüşün kim? Kim bakacak gözlerinin renginde beliriveren umuda? Kim o, dudakların en güzel halini alırken bahtını yaşayan?
Senin sığıntın kim? Kim o, sen sevgiye ihtiyaç duyarken kedimsi sığıntılarına yastık olan? Kim bir serçe yüreği gibi titreyen ellerini tutuyor?
Senin ormanın kim? Kim yuva yapacak benim olmayan dallara? Kim o, bir sincabın cevizini sakladığı duldaya hırsız olan?
-Birinci ağıta önsüz niyetine-
Ben incire yeminliydim sen sonsuz göklere…
Seni getiren gemiyi biliyordum sadece, beni mürettebat belleme… Denizlerinden geldim Nazende! Okyanusunun dibindeki çöllerden… Suskunluğuma uzun sedir ağaçları girdi de ondan binemedim gemilerine ve bu yüzden sözcüklerimin aktığı sayfalardan anlamların süzüldü…
- İkinci ağıt -
Dedim ki: Nazende! Kirpiklerimden bir gölge düşür ellerine, gözlerimin serinliğini ancak öyle anlayabilirsin, diye…
Dedi ki: Gözlerini orman sanacak kadar meczup olmuş aşkzede! Dervişlikse niyetin, beni Leyla zannetme…
- Üçüncü ağıt -
Nazende! İstersen beni bir gelinciğin yapraklarına ekle…Uçup gidebilirim belki ansızın, sâba yelleriyle…
Nazende! Hiçbir şarkıma eşlik etme… Yeter ki suskunluğumu suskuluğunla bestele…
- Dördüncü ağıt –
Gülbanglar vardı dilimde sabahın seheriydi, şerbetler aktı gökten, ben gündüzdüm o leyli…
Nazende! Derler ki; büyük yüreklerin üstünde kayıp Leylalar vardır… Yanındayken görmediğin Leylalar ki akkorları akar damarlarından.. Belki o yüzdendir Nazende, mermer bedenimde güzel anıtların çıkar…
- Beşinci Ağıt -
Uçurumdan kestirmeden inilmez Nazende… Zirvelerine dolanıp giden engebeli yolların kullanıla kullanıla giderek daha kaygınlaşan patikalarından asla korkmadım …
Nazende! Tutkunun yarattığı geçici ahlâk değil zirvelerini yakın kılacak olan, bilginin tatlı yüzü alışkanlığın kolaylığıyla birleştiği bir cennetin sinene yansımasıdır bu olan biten… Ve şimdi yoran beni o büyük kesinlik o doğru orta…
-Altıncı ağıt –
(Girit Üçlemesi -1)
Suyun karşı yanında bir ada… Kıstaklar yapmalı Alaçatı'dan Lefka'ya…
- Yedinci ağıt –
(Girit Üçlemesi – 2)
Ve zeytin ağacı dedi ki: Aidiyetim sadece bana aittir, benim kadim buyruğum şudur ki: Ben bir ağacım ve evvelim ve sonum ve gölgemde doğanlar sonsuza dek burada olacaktır…
Bu yüzden Nazende’nin aidiyeti hep kendinde kaldı. Suskunluğunu kutsayan bir iristi, bir de kentini süsleyen sarmaşık. Hep anladı göklerden doğan maviyi ve hep affetti kanatan bembeyaz özlemleri…



Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!