Heybet kelimesinin mânâ bulduğu, Molla G ...

Mustafa Engin Karatay
115

ŞİİR


11

TAKİPÇİ

Heybet kelimesinin mânâ bulduğu, Molla Gürânî Hazretleri

1440’lar filandır. Hani II. Murat Hân'ın hüküm sürdüğü yıllar. Devrin âlimlerinden Molla Yegân hacca gider. Dönüşünde Kâhire’de mola verir. İlim meclislerine katılır. Üç beş gün de olsa, dağarcığını doldurmaya çalışır.
İşte bu sohbetlerden birinde, genç ama heybetli bir âlim dikkatini çeker. Az konuşur, öz konuşur. İfâdeleri sâde, ama sağlamdır. İnsanların zor kavrayacağı mevzûlardan konuşur, ama onu çocuklar bile anlar. Tek cümleye ciltleri sığdırır sonra. Söz ona geldiğinde cemaât taş kesilir, nefesini tutar. Edeple hisse kapmaya bakarlar.
Molla Yegân bu vakara, bu heybete âşık olur. Çıkışta cesâretini toplayıp yaklaşır, “Senin” der, “Buralarda zâyi olmana dayanamam. Eğer ilminin kıtalar ötesinde yankılanmasını istiyorsan, hiç düşünme, gel benimle! ”
Genç âlimin dünyâlıkta gözü yoktur. Ancak “hizmet! ” denilince akan sular durur. Hem böylesine samîmi bir teklife nasıl “hayır” denir ki?
Molla Yegân Edirne'ye varınca Sultân'ı ziyâret eder. Murat Hân lâtifeyle takılır: “Bize oralardan ne getirdin? ”
Molla Yegân “Öyle bir âlim getirdim ki Sultânım.” der, “Târifi gayri kâbil, meğer ki tanışsanız gerek! ” Padişâh merâkla sorar:
-Nerede?
-Dışarıda efendim.
-Aman ha, bekletmek ne haddimize.
Ve buyur ederler. Mübâreğin önce gölgesi düşer eşiğe. Sonra dağ gibi bir adam girer. Başı âdetâ tavana değer, esmerdir. Sarığından taşan saçları heybet verir ona. Sakalı simsiyahtır, hattâ siyah ötesi. Ama dişleri inci incidir ve gözleri ateş gibi. Mütebessimdir, lâkin düğme ilikletir insana. O koca koca ağalar, vezirler toparlanma ihtiyâcı hissederler. Sükûtu Molla Yegân bozar. “İsmi Ahmed bin İsmâil efendim” der. “Ama Araplar onu Molla Gürânî diye tanırlar. Sûriyelidir.” Murat Hân'ın içi ılıcık olur, bu âlime kanı kaynar. Önce Hüdâvendigâr medresesine tâyin eder, ardından Yıldırım Medreselerini de ona bağlar. Zaman Molla Yegân’ı haklı çıkarır. Bu kutlu ocaklardan pırıl pırıl âlimler yetişir ve diğerlerine fark atarlar. Öyle ya Molla Gürânî’de okumak bir ayrıcalıktır.

ZOR ŞEHZÂDE

Şehzade Mehmet (Fâtih) çok zekîdir, ancak ele avuca sığmaz. Derslerini bellemekte zorlanmaz, ama hiç çalışmaz. Hele ezberle işi olmaz. Çok hocada okur, ama tamamını yıldırır. Zaman zaman öğretmenlerini makaraya alır.
Hatta bir keresinde hocasını durdurur:
-Aman efendim, ne yapıyorsunuz? der.
-Anlayamadım?
-Mermere basıyorsunuz!
-Eee ne var bunda?
-Az evvel okuttunuz ya hocam. Meryem Vâlidemiz İsâ Aleyhisselâm’ı taş üstünde getirmedi mi Dünyâ'ya. Öyleyse mermere hürmet gerek.
-Yaa... Öyleyse çıkar bakayım çorabını!
-Niye hocam?
-Bilmiyor musun aynı Meryem Vâlidemiz. İsâ Aleyhisselâm'ın beşiğini de yün ile örttü. Öyleyse örgüye hürmet gerek.
Ama bütün hocalar böyle hazır cevap olamazlar. Mehmed bir padişâh oğludur ve kendisi istemedikten sonra kimse diz çöktüremez O'na.
Murat Hân sıkıntının farkındadır. Evet Molla Yegân, Molla Fenâri, Molla Ayas muhteşem âlimlerdir. Ancak bu haşarı Şehzâde'yle uğraşmak, on medrese yönetmekten zor olmalıdır. “Acaba onu kim yola getirebilir? ” diye düşünürken Molla Gürânî’nin sîmâsı belirir gözünde. O âna kadar nasıl da aklına getiremediğine şaşar. Tabii, öyle ya. Dudaklarına alaycı bir tebessüm yayılır. “Hadi bakalım” diye mırıldanır, “Şimdi derslerini kır da, göreyim seni”

SENİ ÖYLE BİR DÖVERİM Kİ!

Padişâh Molla Gürânî hazretlerini yollarken “Eti de senin” der, “kemiği de. O bundan böyle senin oğlun. Var bildiğin gibi işle! ”
Mübârek Manisa’ya vardığı saat, Şehzâde'yi derse çağırır. Uşaklara bile itibâr eder, ama geleceğin Sultânı'nı görmezden gelir. Talebesine sıradan biri gibi davranır ve “Otur! ” der, “Hayır oraya değil, şuraya! ” O güne kadar emretmeye alışan Şehzâde şaşakalır. Belki de hayâtında ilk kez diz çöker. Molla emsileyi açar ve emreder: “Darabe (Dövmek) fiilini çek bakayım! ” Fâtih fiili kafasına göre çeker. Çat pat bir şeyler söyler işte. Molla Gürânî’nin kaşları yıkılır, kafasını “olmadı” gibilerden sallar, bakışlarıyla azarlar. Sonra üstüne basa basa fiili çeker ve sesini yükselterek misâllendirir: “Döverim, seni döverim, seni öyle bir döverim ki! ..”
Fâtih ağlamaklıdır. Dudakları uçuklaya yazar. Korkudan sesi titrer. İçinden son cümleyi tekrâr eder. “Darabtühü cidden şedîden.” İnanın döver mi döver. Bundan böyle saray halkına rezîl olmak da vardır işin içinde.
Şehzâde artık geceleri ödev yapmaya başlar ve ezberlerini aksatmaz. Daha doğrusu aksatamaz. Ama gün gelir ilmin tadını alır. Eski haşarılıklarından utanır. Çok değil üç beş ay sonra bambaşka biridir o. Molla Gürânî Hazretleri “Arabî ve Fârisî bilmek yetmez” der, “Düşmanlarının da lisânını öğrenmelisin! ” Nitekim Fâtih; Latince, Sırpça ve Rumca öğrenir. Hem konuşur hem yazar.
Ardından “kâfirdir” demez, Şehzâde'yi İtalyan asıllı Anconal Giriaco’nun önüne oturtur, Avrupa Târihi'ni okutturur. Dahası neme gerek dedirtmez, aritmetiğe, geometriye, astronomiye zorlar. Hepsi bir yana ufkunu açar. İnanç aşılar. Eğer istenirse gemilerin karadan, kağnıların sudan yürüyebileceğine inandırır.
Bir ara Manisa’ya gelen Sultân Murat, oğlunu tanıyamaz. Fâtih görünüşte çocuktur, ama çok olgundur. Ufku geniştir sonra. Hedefleri, ideâlleri vardır. Ki, İstanbul bunlardan biridir sadece. İşte belki de bu yüzden tahtını düşünmeden bırakır O'na.
Sultân Murat, Molla Gürânî’ye şükrânlarını sunarken kelime seçmekte zorlanır. Hatta gözü kapalı vezirlik teklif eder. Mübârek boş versene gibilerden omuzunu silker. “Onu isteyene verin Sultânım” der, “Yıllardır bu makâma ulaşmak için çalışanları kırmayın. Dostlarınızdan olmayın sonra! ”
Ancak kadılığı reddetmek gibi bir şansı olmaz. Nitekim bir müddet devlet erkânıyla çalışır. Ancak fırsatını bulduğu an ayrılır, apar topar Kâhire’ye döner. Belki de vebâlden kaçar.

HASRET

Mısır Sultânı Kayıtbay, Molla Gürânî Hazretleri'nin kıymetini iyi bilir. Kâhire ne zamandır bu gür sese hasrettir ve Mısır'lılar O'nu ne kadar özlediklerini anlarlar.
Fâtih, Hocası'nın Mısır’a döndüğünü duyunca yıkılır. İşte tam o günlerde de koca devlet kalmaz mı eline. Şimdi kolu bacağı kesilmiş gibidir. Ona öyle çok, ama öyle çok ihtiyâcı vardır ki. Bu güçlü ses yanında olmadan ideâllerine kim inanır? Hem ne kadarını gerçekleştirebilir ki?
Hemen alır eline diviti, Kayıtbay’a bir mektup yazar. Ağlamaklı bir üslûpla Hocası'nı ister.
Kayıtbay, Molla Gürânî Hazretleri'ne hem haberi iletir, hem de “Gitmeyin hocam! ” der, “size ne vaâd ediyorsa, fazlasını vereyim! ”
Molla Gürânî acı acı güler, zor duyulan bir sesle “Sizin veremiyeceğinizi vaâd ediyor” der, “Evlatlık! ” Ardından “ Müsaade edin gideyim” der, “Benim yüzümden aranıza husûmet girmesin.” Fâtih, Molla Gürânî Hazretleri'ni görünce çocuklar gibi sevinir. Hocası'na eserlerini rahatlıkla yazabileceği mekânlar sağlar, ardından Şeyh-ül İslâm'lık makâmına getirir.
Aradan yıllar geçer. Fâtih, her sultâna nasip olmayan zaferler kazanır. Çağlar açar çağlar kapar. Şimdi ayakları yere sağlam basan bir imparatorluğu vardır. Etrafında usta askerler, bilge vezirler ve güçlü sanatkârlar dolanır. Dahası bütün dizginler elindedir artık. Ama en şaşaâlı günlerinde bile Molla Gürânî Hazretleri'yle karşılaşınca dizlerinin bağı çözülür. Adımlarını şaşırır. Zîrâ; mübârek O'na, Cihân Padişâhı gibi değil, Manisa’da ders okuyan haylaz Şehzâde gibi davranır. Yanlışlarını evirip çevirmeden söyler yüzüne.

SARAYDA İŞİM NE?

Osmanlı sarayında sıradan hadiseler bile birer törendir. Bırakın divân ve elçi karşılama faslını, Padişâh'ın oturması kalkması, yemesi içmesi dahi merâsimdir. Ancak Molla Gürânî Hazretleri kurallara itibâr etmez, ama mevcûd düzeni çiğnemek de istemez. Sırf bu yüzden ayağını atmaz saraya. Ama bir Arefe Günü Fâtih, “Sizinle bayram başka güzel. Teşrif ederseniz bu fakiri sevindirirsiniz” diye haber yollar. Molla Gürânî Hazretleri saray ulağına garip talebeleri gösterir.
“Biz bayramı bunlarla birlikte yapmayı düşünüyoruz” der, sonra elini umursamaz tavırlarla sallayıp “Hem bu yağmurda çamurda sarayda işim ne? ”
Fâtih mahzûn olur. Çocuk gibi içini çeker, halbuki der, “biz onların gelmesiyle bayram yapardık, bilmezler mi? ”
Mübârek bunu hissetmiş olmalı, ansızın çıkagelir. Ancak alkış, şiir, medhiyye, mehter, nevbet fasıllarına aldırmaz bile, bahçeyi atıyla geçerek bütün kâideleri alt üst eder. Belki de lisân-ı hâl ile “Gururlanma Padişâhım” der, “senden büyük Allah var! ”

HAYIRLI SON

Molla Gürânî Hazretleri Dünyâ makâmlarına rağbet etmez, ancak gençleri yükselmeye teşvik eder. Nitekim gün gelir müderrisliği de bırakır ve mütevâzı dergâhında bildiği usûllerle talebe yetiştirir. Özellikle kıraât (Kur’ân-ı Kerîm’i doğru okuma) üzerinde çok durur.
Büyük Velî, gecelerini ibâdetle geçirir ve gündüzleri dâimâ oruçludur. Döner dolaşır ölümü anlatır ve ona hazırlanır. Nitekim bir gün talebelerini toplar. “Şimdi! ” der, “üzerinizde olan hakkımı ödeme zamanıdır. Açın bakayım Yâsin-i Şerif'i! ” Genç mollalar onun son yolculuğa çıkacağını anlar ve çok ağlarlar. Molla Gürânî her zamanki gibi sâkin ve mütebessimdir ama bir başka heybettir belirir yüzünde. “Bayezid’e söyleyin adâlet üzere olsun, insanları himâye, beldeleri muhâfaza etsin! ” buyurur. “Namazımı bizzat o kıldırsın ve borçlarımı (aslında borcu yoktur) sâhiplensin. Size vasiyyetim şudur ki:
-Beni garipler gibi defnedin. Mezarıma ayaklarımdan çeke çeke sürükleyin!
Beyazıd Hân hem vasiyyete, hem de edebe riâyet etmek ister. O'nu yine çeke çeke sürüklerler, ama zarîf bir hasır üstünde.
Millet Caddesi'nden gün boyu otobüsler, tramvaylar geçiyor. Topkapı’ya, Eminönü’ne Milyonlar akıyor. Ama Molla Gürânî Hazretleri'nin Kabri'ni bilen o kadar az ki. Hani diyorum, Fındıkzâde yolumuzun üstü. Hiç değilse geçerken bir Fâtihâ okusak. İnanın buna O'ndan ziyâde, bizim ihtiyâcımız var. Allah-u Teâlâ, böylesi bir Gönül Ehli'ne nice şefaât izni verir bilemeyiz. Ama olur ya, belki o Dehşet Günü'nde bizi de hatırlar... Kim bilir? ..

Mustafa Engin Karatay
Kayıt Tarihi : 5.4.2004 21:46:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Kerem Kayar
    Kerem Kayar

    Milli görüş dünya barışının çözüm noktasında iman ehli insanları örnek almaya çalıştı ve bu insanlar... Allah razı olur inşallah...

    Cevap Yaz
  • Mehmet Erdal Kaya
    Mehmet Erdal Kaya

    Kusura bakmayın arkadaş ama ben yine sinirlendim. Büyük evliyalara ben de en az sizin kadar değer veririm. Onlara saygı gösteririm.
    Kıssadan hisse okumasını da severim.Fakat ben şiir okumak için başlığa tıkladığımda karşıma nesir çıkınca çıkınca çıldırıyorum. Bence bu tarz güzel yazılarınızı şiir meydanında değil de ne bileyim antoloji yetkilisinin kuracağı bir nesir meydanında sergileyin.
    Mehmet Erdal KAYA

    Cevap Yaz
  • Fahrettin Köseoğlu
    Fahrettin Köseoğlu

    işte dünyanın en güzel şiiri.....allah o ceddimizden razı olsun....birdahaki sefere lütfen bir başka ceddimizi anlat bize mustafa bey...onların hayatı zaten şiir gibi ama bir şairin anlatması başka oluyor tabiki....aynı üstadın 'çöle inen nur'u gibi.....o lezzet o haşmet

    fahrettin köseoğlu

    Cevap Yaz
  • Ayhan Uçar
    Ayhan Uçar

    Can-ı cananımda canansın,
    Dostum, Ol Şah-ı Mustafam,
    Bil ki, tutmaz bu yürekte yerini asla,
    Ne yakut, ne inci ne de mercan,
    Doğru yoldasın bil, ey can-ı canan,
    Devran Kötü Be Mustafam,
    Düşe kalkada olsaYOLA DEVAM,
    Bil ki bu yolda senden gayri,
    Ne Eski Fatih Kaldı,
    Ne de O Eski,
    MUHTEŞEM SÜLEYMAN...
    Yüreğimdeki Yüreğine Sağlık Dostum.....


    ......

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (4)

Mustafa Engin Karatay