YAŞADIKLARIM NE Kİ
Yaşadıklarım ne ki
Yaşamadıklarım yanında sanki
Tadına bakamamak
bir meyvenin belki
Belki gönlünce giyememek bir giysiyi
Ya da
Yüreğinde duymak acısını
Dostlarca vurulan bir hançerin
Yaşadıklarım ne ki
Belki
Yaşamak yoksulluğu
Nice kuyruklarda
Ayrı kalmak ana kucağından
Baba ocağından
Yar sıcağından
Ya da yakalanmak
Bir utancın kucağında suçüstü
Dostsuz kitapsız
Yıldızsız yağmursuz kalmak
Hapis damlarında
Yani yoksulluk
Yani yalnızlık
Yani hasret
Ya da
Ellere kalmıştır Leyla
Samanlığa düşmüş
Bir çıngı gibi
Zulanda sakladığın sevda
Olsun
Gelir geçer şeyler
Bir çıkar yol bulunur elbet
Sonu ölüm değil ya
Ama
Az şey değil
Bir insana gülümsemek
Az şey değil
Bir yüzde gülümseme görmek
Az şey değil
Her şeye rağmen sevildiğini bilmek
Az şey değil
Bir gözyaşını mendilinle silmek
Bir kalp atımı
Bir göz kirpimi sevmek
Neler verilmez
Nelere değmez ki tadı,
Yanağına bir mühür gibi vurulan öpücüğün
Az şey mi sanırsın
Yârin dudağında
Yeni ay gibi gülen gülücüğü
Yaşadıklarım ne ki
Yaşamadıklarım yanında hani
Ya okumadığım kitaplara
Duymadığım türkülere ezgilere
Kuruttuğum fidanlara ne demeli
Hani elimde kalan tohumlara
Söylenmemiş aşklara sevgilere ne demeli
Mesela barış
Mesela kardeşlik
Mesela bölüşmek bir susam tanesini
Ne demeli düşümde kalan sevdalara
Hele
Teşekkür edemediğim
Sevip söyleyemediğim
Hele hele
Kırıp da
Helalleşmediğim
Helalleşmeye yetişemediğimi
İşte onlar
Asıl onlar yakar yüreğimi
Yaşadıklarım ne ki
Yaşamadıklarım yanında sanki
Yol uzun
Zaman kısa
Ne ferman dinler ne yasa
Gönül düşmüş bir telaşa
Yapacak çook şey var daha
Nasıl yetişmeli
Nasıl telafi etmeli bilmem ki
Mahmut NAZİK 21.11.2006
ANILAR ANILAR
BİR YANIMI ISIRIR
BİR YANIMDA
ÇİÇEK AÇARLAR
İnsan için ceht etmişim
Ben insanı taht etmişim
Ulaşmaya aht etmişim
Kalbi pay-i taht etmişim
Düşerim düşmem kime ne
1960 Mersin’ in, Bozyazı ilçesine bağlı, Dereköy’ünde doğmuşum. On bir çocuktan kalburun üstünde kalan- hayatta kalma şansını yakalayabilen- altı çocuktan ortancasıyım. Doğduğum ay belli değil. Ancak büyük bir olasılıkla Nisanda doğmuşum.. Annemin hesaplarının şimdiye kadar hiç birbirini tutmadı. Annem yetmiş yaşına kadar: Oğlum, ben lohusa yatarken, çocuklar marş söyleyerek geçmişti.diyordu.
Ben de 23 Nisan
Neşe doluyor insan. çocuğuyum; kimse bilmese de dünya kutluyor doğum günümü diye teselli buluyorken; geçen yıl annem, o ablandı diye, ağız değiştirdi.
Zaten kışın doğsaydım o günün beyrinde, yaşama şansım yüzde on bile değildi. (.Hele benim gibi dokuz ay dokuz günü beklemeyecek kadar sabırsızsan biri için) Doğduktan sonra yirmi gün durmadan ağlamışım. Eşek sütü, ezilmiş arı suyu tedavi etmemiş demek ki. Böbreğimin birinin çürümüş olduğunu öğrendiğimde yaşım kırka gelmişti..
NÜFUS KÜTÜĞÜ
Bizim evde bir sandık var. Biz ona nüfus kütüğü deriz. Sandığın kapağının içi adeta bir inek nüfus defteri gibi. İneklerin tosuna çekilme, buzalama tarihlerini hepsinin günü gününe saatiyle kaydı tutulmuş.. Doğan her dananın doğum tarihi babasının kim olduğu, tahmini doğacağı gün ay yıl hep kayıt altında.
Ancak, hiç bir çocuğun doğum tarihini düşmemişler kütüğe. Onun için tıpkı yaşıtlarım gibi bir meçhul zamanın çocuğuyum. Yani kıran artığı. Annemin yaş hesabı çok basit. Kendince milat tarihleri var hani. Babanın askere gitmesi; kıtlıktan üç yıl önce, iki yıl sonra, Boruya su gelmeden önce veya sonra..(Bağlama köyde bir mevki adı. Ekin zamanı köylü önceleri suyu altı yedi km den eşek sırtında getirirlermiş. Devlet ellili yıllarda su borularıyla su getirmiş, sonra da oranın adı Boru olmuş. Ve o günün insanları için de bir milat tabii)
KÖR İMAM KÖR EMİNEYİ BECERDİKTEN ÜÇ YIL SONRA DOĞMUŞUM..
Takvim dedim de, çalıştığım bir köydeki milat geldi aklıma. Hani köyde bir kör imam varmış, bir de Deli Emine, ama o hem deli, hem de tam körmüş.. Bir gün imam, Kör Emine’yle yakalanınca köyden kaçmış. Ardan yıllar geçer. Bir gün imamın yolu köyün yakınına düşer. Köye uğrayıp ne olmuş bitmiş öğrenmek ister. Tam köyün girişinde bir çocuğa rastlar. Adını falan sorar, sonra
-Kaç yaşındasın, yavrum, der.
Çocuk:
- Valla bilmem emmi, Kör imam; Kör Emineyi becerdikten üç sene sonra doğmuşum der. (Siz Kör Emine yerine eşek de diyebilirsiniz, orijinali de öyle zati.)
Köylü için çocuğun kıymeti ne ola ki: inek değil sağılmaz, kabak değil yenmez, çifte koşulmaz. tavuk değil yumurtlamaz ki değeri olsun.
Ne edecek, nerden bilecek doğum gününü. Ölse de önemi yok; Nasıl olsa arkada bir kaç yedeği vardır. Çok şükür köylünün fabrikası sağlam. Çocuk üretmede ne var sanki. Hele erkekler için. Avradına bir iki dakika abandın mı, al sana bir kaşık düşmanı. Fabrikaya bir şey mi oldu, kadın mı yok bir daha alırsın..
Hiç unutmam çalıştığım köyün birinde bir adamın beşinci kadınıydı öldürüp de aldığı. Kimse bilmez, kimse sormaz bu adamın yatağına giren kadın neden yaşamaz.
Bir kardeşim altı yaşında ölmüş, biri iki, Üçü de bir yaşına giremeden öldüler.
Hele en büyük ablamız, Lüberde, türküsünü çağıra çığıra ölmüş. Çok akıllıydı, diyor annem. Sesi de çok güzeldi. Köyde söylenen ne kadar türkü varsa ezbere bilirdi. Bir Türküyü bir kere duymaya görsün nasıl ezberlediğine şaşar kalrdık.
Lüberde lüberde
Çektin gözüme perde
Devriyeler sardı da bizi
Meğer kaderim böyle
Zavallı kardeşim nerden bilsin devriyenin Azrail olduğunu. Şimdi bizim evde, o Türkünün özel bir yeri var. O ablamızı - ölen büyümez ki ablamız olsun değil mi- hiç birimizin görmemesine rağmen hepimiz çok severiz.
Ve, hepimiz Lüberde Türküsüyle hüzünleniriz.
Aşığım ay vurgunuyum
Kara sevda yorgunuyum
Abu derya durgunuyum
Dolar taşarım kime ne
Son bir iki yılda yazdığım beş altı yüze yakın veya fazla şiirimsim olmakla birlikte ‘’kitapsız şairler! denim. Mason değilim. Lions Kulübüne üye değilim; Kültür Bakanında tanıdığım da yok. Halkımız öyle şiir de okumuyor ki. Şiirlerimi noterde tescil ettirecek parayı ancak bulabiliyorum.
Belki de biraz geç gelmişim dünyaya diye düşünüyorum. Hani şu Sanatın içine tükürülmediği; şiire sanata gerçek değer verildiği; yoldaşlık, ülküdaşlık gibi duyguların olduğu; köylerde keşikle iş yapmanın, yani vicdanın, yani sevdanın, tedavülden kalkmadığı; bir de şerefsizlerle, namussuzlarla, rüşvetçilerle, vurguncularla, katillerle yurdum insanının gurur duymadığı zamanda hani.. Belki de hepsi o zaman da vardı da tek sesli ülkemizde biz duymuyorduk.
Heder olmaksa kaderim
Kül olmuştan da beterim
Alıp başımı giderim
Kara sevda yordu beni
İlk şiirimi orta birinci sınıfta yazdım. Ökulda ödev olarak yazdığım; Yeşilay’la ilgili bir şiirdi sanırım.. Babam sıkı tiryaki olduğu için sigarayı çok iyi tanıyordum. Hele babama olan arkadaşlığını, bir göz evde genetik olarak alerjisi olan bize çektirdiklerini çok iyi biliyordum.
Öğretmenim okudu, şöyle yüzüme bir baktı: ‘ Bu şiiri sen mi yazdın? ’ dedi.
Fena bozulmuştum. Hani zaten köylücek potansiyel suçluyduk şehirlilerin gözünde. Nedense Anamurlular, o zamanlar bizim köylüleri hiç sevmezlerdi. Hani şu meşhur Toros Canavarı’nın çıktığı günlerdi. Bizim köyde ve yakın köylerde birçok adam öldürme olayları olmuştu. Bir iki yılda ne oldu bilmem eline tabanca geçiren, hatırı kalmasın diye bir kaç kişiyi gönderiyordu tahtalı köye. Bu olaylar nedeniyle anemiz babmız, başımız belaya kalmasın, çoluk çocuk okusun cahil kalmasın diye terk etmişlerdi köyü. Bu olaylardan dolayı, gittiği yerlerde korkuyla karışık horlanma, insanların düşmanlığı uzun süre bırakmadı bizim köylüleri. Hep bir korku karışımı nefretle baktılar bize. Öğretmenlerimiz de dâhil. Hep hissettirdiler bizlere bunu. Hatta açık açık yüzümüze söylüyorlardı. Yoksulluk bir yandan, sicilimiz bir yandan bu kompleksle, bir şey derler de onurumuz kırılır, gururumuz incinir korkusuyla büyüdük hep.
Belliki öğretmenim, bu lanetlenmiş köyden bir çocuğun da duyguları, söyleyecekleri olduğunu kabul edememiş olacak ki inanamadı şiiri benim yazdığıma. Öğretmenime bir türlü ispatlayamadım o şiiri benim yazdığımı. Ancak öğretmenim de benim yazmadığımı ispatlayamadı. Yediğim dayak, gördüğüm hakaret yanıma kar kaldı.
Sadece şunu hatırlıyorum; yazdığım şiiri okuyan her öğretmen: Bunu sen mi yazdın? Hadi canım sen de, diyordu. Sanki suç işlemiştim. Her öğretmen de aynı tavır. Belli ki öğretmenler kendi aralarında karar almışlar, cezam kesilmişti.
O şiir alınacak, şöyle bir gözden geçirilecek. ‘Hadi canım sende; git oradan, bunu sen mi yazdın’ denilecek.! Yalan söylüyorsun! ’ denilip, suratına bir tokat atılacak…
‘Def ol ordan, ulan! ’ denilecek. Sen kuyruğunu sıkıştırıp mahçup mahçup, defolup giderken, arkandan da dudağını büzüp: ‘Kendisi yazmışmış! ’ diye söylenilecek.
YÜREĞİMDEKİ YARA ÇOCUKLUĞUMDAN KALMA
Sevgilim
Sorma bana
Kimsin nesin
Nerelisin
Nerden geldin
Nereye gidersin
Beni yorma
Bana bir şey sorma
Yürek yangısı
İlk göz ağrısı nedir bilirsin
Sen de oralardan gelirsin
Yüzümdeki çizgiye
Gözlerimdeki ize bak
Çıkarabilirsin
Kolayına kaçmadan
Küllenmiş yaramı açmadan ama
Bakıp da sıkılmış yumruğuma
Hükmetme hırçın olduğuma
Beni asi
Beni öyle huysuz
Beni belalı
Beni öyle sevgisiz sanma
Yüreğimdeki sızı
Saçımın beyazı
Çocukluğumdan,
On sekiz yaşımdan kalma
Bir kere hükmetmiş
Yediğim her tokat kazınmış aklıma
Onun için hırçınım böyle
Alınganlığım ondan
İmirsem
Bir damlacık uyusam
Bir sevda ki ne sevda
Sevginin serildiği bir dünya
Barışa, kardeşliğe dair
Bir vedia
Zalim ve mazlum arasında
Diş dişe ölesiye
Kıran kırana kıyasıya
Bir kavga girer düşlerime
Götürür beni
Çocuk hayallerime
Gençlik gülüşlerime
Sevgilim
Gidiyorum işte
Seni aşka
Seni sevdaya
Seni bambaşka
Bir dünyaya davet ediyorum
Sen bilirsin
İstersen
Tutup da elimden
Yanımdan yürürsün
İstersen
Silersin anılarından
Hatıra defterinden
Ama
Dön deme bana
Tükenir telef olurum
Zelil zebun olurum
Dağlara düşer
Deli olurum
Yaşayan ölü olurum
Eririm biterim o zaman
Bu nasıl irade
Bu nasıl ferman
İşte sevgilim işte
Bitişimin mührüdür o an
Freni boşalmış
Dengesi bozulmuş
Devri dönmüş bir dünyada
Sığmazken yere göğe
Dur denir mi
Yaralı yeminli bir yüreğe.
Hani hep
Kuş gibisin, derdin ya
Benim de durmamak düşmüş payıma.
Tuz basma yarama
Arama beni sorma
Beni boş yere yorma
Ağlatırsın
Yaramı kanatırsın sonra
Hoşça kal bir tanem hoşça kal
Seni dağlara
Denizlere
Rüzgârlara
Seni
Gülen aya
Göz kırpan yıldızlara
Oğullara kızlara
Seni buralara
Seni
Çocuk gülüşlere
Yarım kalmış türkülere
Gülüşünden vurulmuş düşlere
Sen sana
Seni sevdalara emanet ediyorum
Hoşça kal bir tanem hoşça kal
Takıp da gülüşünü dalıma
Sevgini kanadıma
Gidiyorum aşkım
Adını tadını
Muradını alarak yâdıma
Yanıma yedeğime.
Kelebek olup ıslanmaya
Nehir olup uslanmaya gidiyorum
Baka baka ardıma
Gidiyorum bir tanem
Gidiyorum
gök kuşağının ardına
Bilirsin
Bu iflah olmaz bir aşk
Yüreğe düşen Leyla’dır
Devasız bir dert
Bu bir bela
Bu bir karasevdadır bilirsin
Belki de
Korkuların
Korkulukların
Sahte
Sıvama
Yamama tüm güzelliklerin
Tükürüp yüzüne
Kim bilir belki de
Kendinle yüzleşirsin
Dedim ya sen bilirsin
Yüreğimdeki sızı
Çocukluğumun izi
Aha
Şuramdaki yara da
On sekiz yaşımdan
Belki de çocukluğumdan kalma
Kim bilir
Belki arkamdan gelirsin
Belki de gelip bana yetişirsin
Değilse
Arama beni sorma
Yaramı
Kanatırsın sonra
Mahmut NAZİK 29.04.2009 Mersin
Şiire, o ilk şiirimden sonra bir süre ara verdim. Yani emekli olana kadar. Yaklaşık otuz beş, otuz altı sene!
Zati ülkemde hep öyle değil mi? Kimse yeteneğine göre bir meslek seçmez. Anamızın babamızın hayaline, hülyasına; kendi olamadıklarına ya da tesadüflere göredir mesleklerimiz. Onun için de ne bir buluş yapabiliriz, ne de bir yenilik. Okullar mı; adete bir dişli, bir yetenek törpüsü gibi işler hep.. Matematiği iyi olan, bir anadolu veya fen lisesini kazanan çocuk, zeki; değilse geri zekalıdır.
Hani Evren Paşamız da resme başladı ya. Öyle işte. Nerden çıktıysa o içimdeki çocuk doğuverdi kırk beş yaşımdan sonra ve başıma tebelleş oldu. Oysa onu o öğretmenim onbir yaşımda öldürmüştü aslında.
VİCDANİ REDÇİ
Vicdani retçiyim ben
Vicdanım elvermiyor
Zincir vurulsun sevgiye
Yüreğim götürmez
Midem bulanır riyaya
Kabul etmez bir türlü
Zalimin zulmüne
Desem ki
Seviyorum ben
Acırım cellâdıma bile
Nefretinden bana ne
Ya öl
Ya öldür derler
Koymazlar vicdanı kendi haline
Desem ki
Şu dünyaya geldim geleli
Ölümüne severim
Her güzeli
Ya çirkine ne demeli
Gereği var mı söyle
‘Ya sev, Ya terk et! ’
Derler yine
Bayrak değil
Toprak değil
Ölüm değil
Özgürlük değil
Diyorlar ki diz çök eğil
Ölmeden öldürüldüğüme yanmam da
Ama sen gel de
Boyun eğ zalimin zulmüne
Bu adamlık değil
Yiğitlik değil
Hoşgörü hiç değil
Sen gel de
Çek çekebilirsen sinene
Sen yalancı
Sen yavşak
Sen gevşek
Sen şeddeli eşşekmişsin bana ne!
Bilirim ne desem boş
Bakmazlar ne dediğine
Kurt olmaya gör
İştahın çekerse kuzuyu
Her şey bahane
Şeytan hükmetmiş bir kere
Sözün geçmez yüreğine
Ne demeli bilmem ki
Vay senin
Edebine
Erkânına
Yuh olsun
Törene
Terbiyene düzenine
Yuh olsun
Dolabına değirmenine
Ona ayar
Ona düzen verene
Hangi vicdana sığar bu
Hangi kitaba hangi dine
Tanrı bile sevmez de kötüyü
Atar cehennem ateşine
Vicdani retçiyim ben
İnsafı kurusun
Şeytanın şahı
Ferman çıkarmış ölümüme
Mahmut NAZİK 21.04.2008
MERSİN
BEN BİR VATAN HAİNİYİM
Ha, orta birinci sınıf sınıftan beridir elham dülillah solcuyum. Ortaokul öğretmenime göre de vatan hainiyi, bu güzelim vatandan sürülmesi, ipte sallandırılması gereken biriyim..! Nasıl mı?
O dönemde köyden gelip şehirde çocuk olmanın ne demek olduğunu siz bilmezsiniz. Köyden yeni gelmişiz şehre. Yoksulluk paçamızdan akıyor. Kör olsan kokusundan anlarsın yanından geçenin ekonomik durumunu hani.
Ayakkabımızdan, elbisemizden, o ele güne benzemeyen küfürlü dilimizden; her yanlarımızdan utanıyoruz.
O iyi giyimli, bakımlı, pantolonlu; o zamanki adıyla alaburus- Amerikan tıraşlı şehir çocuklarını gördüğünüzde; hani yazıda unutulmuş sahipsiz sokak köpeği duygusunu yaşarsınız.
Gördünüz veya dikkat ettiniz mi bilmem genelde kuyruğunu iki bacağı arasına kıstırıp da gezerler. Ufacık bir çocuğun bile yanından geçmeye korkarlar. Yanından geçerken yan gözle bir yandan da seni kollarlar. Ayni o şekildir haleti ruhiyemiz.
Şimdilerde TV şehri köye getirdiğinden şehre inen çocuklar kendini o kadar kötü hissetmiyor, bizler kadar kötü, korkak olmuyor.
O psikolojik durumu sokak çocuklarında gözlemliyorum sadece. Genelde sokak çocuklarının bir kaçının bir arada gezmesi de korkularından; sizden ve utandıklarından; korunma, hayatta kalma içgüdüsündendir. Sokak çocuklarıyla kaşılaşanlara bakın, bir yılanla karşılaşmış gibiler. Her iki taraf da biribirinden korkup kaçar. Biri sokulacağını düşündüğünden diğeri de öldürülme korkusundan. Bir de sizlere rahatsızlık verdiklerinden bir suçluluk psikolojisi yaşarlar hep. Kendilerinden utandıkları içindir. ki o kadar çok olmalarına rağmen az görünürler. Genelde hep akşam üstü çıkarlar sokağa. Her neyse. Şimdi gelelim vatan hainliğime:
Bizim okul yıllarında öyle kitap kaplığı felan bulunmazdı. Belkide vardı da parası olmadığından annemiz, babamız alamazdı. En sağlam, en lüks kaplık çimento kâğıdıydı, ya da şeker poşetiydi ama o da herkesin eline geçmezdi hani. Nerden bulduysam defterimi Vatan adlı bir gazete kâğıdıyla kapladığımı hatırlıyorum. Şehre ilk defa gelmişiz. Gölgemizden korkuyoruz. Kimsenin yüzüne bakmaya cesaret edemiyoruz.
Bakmayın şimdi bir seksen dört boyum olduğuna. Gıdasızlıktan mıdır, ilkokula beş yaşımda falan başladığımdan mıdır okulun en bücürüyüm. Tam da öğretmen masasının önünde oturuyorum.
Kafamızda sırmalı, önünde sapsarı bir sırmayla işlenmiş, sarı güneş renkli yaldır yaldır yanan meşe dallı, general kepi gibi şapkamızla; üstümüzde en az üç yıl giyilmek üzere alınmış, zaten ruhen yokken içinde kaybolduğumuz; kendi kalıbımızdan üç beden büyük giysimizle.. Daha okul bir, ders bir, Allah bir, Bismillah demişiz.
Kendimizi tanıtıyoruz sınıfımızda.. Sıra bana geldiğinde; adımı, köyümü öğretmenime söyleyip, kendimi tanıtırken; belki korkudan, beklide utandığımdan elimi koyacak yer bulamamaktan mıdır; yoksa bak ne kadar güzel kapladığımı! öğretmene göstermek istediğimden midir nedir; defterimi ayna gibi yüzüne tutmuştum: Geçekten de defter öğretmenin dikkatini çekti. Ama ne çekme! Birden yerinden fırladı. Ben değil bütün sınıf irkildi belki de.
Sen misin o gazeteyle defterini kaplayan. Siz zaten vatan hainisiniz! Siz zaten din iman düşmanısınız! Sizi gızıllar, komanistler, din düşmanları… Siziin gibileri, değil bu okuldan Türkiye’den sürmek lazım!
Bir ders boyunca, Sanırım adı Salih Aydın adındaki İngilizce öğretmenimden tekme tokat dayak yediğimi; o kadar öğrencinin gözleri önünde sıraların altında süründüğümü unutmadım ömrümce.
Sanki sana saldıran bir çoban köpeğine, yada aylardır dışarı çıkarılmamış bir buldoğa taş atarsın da; köpek büyük bir kızgınlıkla, o taşa atlar da ısırır, çiğner, parçalamaya çalışır ya; işte öğretmenimin öylesine defterime saldırıp param parça ettiğini hatırlıyorum. Belki yıllarca utandığım arkadaşlarım beni o gün unuttular ama benim unutmam ne mümkün.
Hem de niye dayak yediğimi, vatan hainin ne olduğumu bilmeden. Hem de bir ders boyunca dövülüp gözümden bir damla yaş gelmeden. Şok olmuşum her halde.
Oysa ne de çok özenmiştim, o kıpkırmızı çerçeve içindeki, Vatan yazısını defterimin ön yüzüne çaprazlama getirebilmek için…
Hatta defterimi karşıma koyup uzun sure seyretmiştim…
O defter paramı kazanabilmek için çamurda çaylakta çalışıp, kim bilir kaç gün yerfıstığı başak etmiştim.
Allah’ın bir Muhammed’in resulü olduğunu, sureleri, duaları; elhamdülillah Müslüman olduğumuzu; ölünce kabire girer girmez, sorgucu meleğinin soracakları soruyu, orada ona ne cevap vereceğimizi ezbere biliyoruz. Hatta Tebbet’in, Rabbiyasır’ın, Sübhan eke duasının Türkçe farklı meallerini; Yani
Tebbet ile tepişmişiz;
Kulhuvalla ile gülüşmüşüz.
Kulya, bizi kurutmuş;
Rabbi yasır
Öte yandan beri asıl,
Beri yandan öte asıl;
Köyde bir şey yok
sen buna bak asıl.
İşte bu gibi kuran meallerini, yorumlarını bile biliyoruz. Bunları alay için felan yazmıyorum. Belli ki arapça sure okumak zor geliyor olacakki, Ooyıllarda evlerimizdekiler, yada camiye okumaya giderken arkadaşlarla aramızda büyüklerimizden öğrenip ezberlediğimiz bu tekerlemelerli söyleyerek biribirlerine güldürürlerdi. Hatta hiç unutmam ilk defa hocaya gittiğimde, Hoce efendi:
-Süban eke, hoca dayı dedim.
Aferim sana, oku bakalım oğlum, dedi.
Ben beş yaşında yavar ya yokum. Aferimi de almışım ya: büyük bir ciddiyetle
sübhan eke
sümbül deke
alaca oğlak
gır deke.
demiştim ve hoca efendi de bana çok gülmüştü.
Ama bunları bilen bize,anne babamız rabbimizi, peygamerimizi, galü beladan beri Müslüman olduğumuzu, Malımızı haraçtan, başımızı kılıçtan korumak için Müslüman olduğumuzu öğretmiş de kitabın ‘Vatan’ gazetesiyle kaplamanın büyük günahlardan olduğunu;
kaplarsan, fincancı katırını ürküteceğini, bir ton sopa yiyeceğini öğretmemiş.
Ve de devlet öğretmenlerine vatanın nasıl sevileceğin.!
Köyümün her taşını her sekisini, her ağacını sevmeme rağmen vatan haini olup olmadığımı bilmiyordum ama aslında hiç de kafir değildim. Din düşmanı hiç değil. Hatta beş vakit namazlı dini bütün biri bile sayılabilirdim. Akşamları, Şimdi İslam Yaşar adıyla dini bir gazetede yazı yazan, kitapları olan; o zaman yakın köyden gelip tek göz bir evde ana yok, baba yok okumaya çalışan; komşu Kızılca Köyünden liseli Selahattin Yaşar ağabeyi vardı. Boş zamanlarında Nur Cam denen bir camcının yanında çalışırdı. Kalan zamanlarında da mahallenin odununu kırarak harçlığını çıkarmaya çalışırdı. Bizim ev bir göz odada yedi nüfus kaldığımız, ve derse çalışamadığım için, akşamları yanına gidiyordum. Evinde hem derse çalışıyordum hem de birlikte beş vakit namaz kılıyorduk. Onun için de öğretmenimin, en çok din düşmanı, demesi koymuştu bana.
Aileme söyleyememiştim. Öyle ya vatan hainisin, asılacak adamsın; daha doğrusu adam değilsin. Bir arkadaşım söylemiş. Sırtımdaki morlukları anam gördüğünde, kalan yerimi de dayaktan o morarttı.
Sınıfımın en başarılı öğrencisi olduğum halde yıllarca vatan haini olduğumun aşağılık duygusu, utancıyla yaşadım. Ama neden VATAN HAİNİ! olduğumu bir türlü bilemedim.
Ta ki lise son sınıfta sınava gittiğimde, Ankara garında o VATAN yazısını ikinci defa görüp de Vatan gazetesini alıp, okuyana kadar. Ama dokuz sene bunu hiç unutmadım... Hatta sesim oldukça güzeldi. Okul korosuna seçilmiştim. Sene sonunda vatanla ilgili türküler, şarkıları söylemekten utandığım için, okul gecesinden kaçtığımı, bir zılgıtta müzikçiden yediğimi hiç unutmam.
O güne Lanet olsun! Çünkü o gün, kırmızı zemin üzerindeki beyaz renkle yazılmış ‘VATAN’ yazısını ikinci görüşümdü. O gazeteyi gördüm ya birden o günü hatırlatmış olacak ki yine bir şeyler olacağından korkmama rağmen, merakımdan bir gazete aldım. Okudum ama doğrusunu söyleyeyim mi, hala da o gazeteyi okumakla, vatan haini olmak arasında bir bağ kurabilmiş değilim.
.
Çünki Kemalist çizgide, antiemperyalist, eşitlikten, özgürlükten yana bir şeyler yazıyordu, bir de Ankara’da ellerinde, kırmızı zemin üzerine sarıyla yazılmış ‘Kahrolsun Amerikan emperyalizmi! , Yaşasın, tam bağımsız Türkiye! ’ vb. pankart taşıyan öğrenci, işçi resimleri vardı. Gazeteyi alıp yakınlardaki bir parka gitim. Bir banka oturup gazeteyi karıştırırken birkaç genç geldi beni dövmeye kalktılar. Boynumda bir Bozkurt kolyesini taşıyordum şerefle şanla. Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslüman bir gençtim. Göğsümdeki bir günlük amele yevmiyemle aldığım bozkurt kolyesini görünce: ‘Yahu kardeş, bu gazeteyielinde niye tutuyorsun; az kalsın seni çizecektik! ’ diye uyardılar.
Şimdi anladınız umarım ülkemin okumuşlarının neden koyun gibi güdüldüğünü. Koskoca doktorların, pofların, belki ilkokul diploması bile olmayan birilerinin elini eteğini öptüğünü; bir cemaattin müridi olup mor koyun gibi güdüldüklerini. Hep koyun gibi öndekinin kıçını koklayarak hep birbirinin neden izini takip ettiklerini…. O kadar haksızlık, yolsuzluk, hırsızlık, namussuzluk karşısında gıklarının çıkmadığını, yâda sopası olanın yanında yer aldıklarını.
Gazete dedim de, bu arada bir kaç kerede abimden azar işittim o güne kadar. Bir keresinde beni Tercüman almaya gönderdiğinde; Tercüman kalmamış. Ben de gazete gazetedir deyip Cumhuriyet almıştım. Kadastro memuru olan yakışıklı abim: Git ulan, eşek oğlu eşek! Sen gomanist misin? ; Ulan... sen atan haini misin al bu gazeteyi senin Sağır ismetine okut! deyip; Anamur’un o ağustos sıcağında, beni izimin üstüne beş kilometre yere gazeteyi değiştirmeye göndermişti.
Eh, bir de gomanist olmuştum, Ziya agam sayesinde. (Bizim köyde ağa biyi değil aga derler.)
Yanlış hatırlamıyorsam abim, Tercüman gazetesinden, Anadol veya Murat taksi için kupon topluyordu. Amma yaşı yetmişe geldi, ne taksi sahibi olabildi, ne de bir bisikleti olabildi. Ama her ne kadar Cumhuriyet gazetesini sevmese de kadastro müdürlüğü falan yaptı yıllarca, onun arkadaşlarından birçoğu ‘Nerden buldular! ’ bilmem. Yat kat sahibi oldular, bir evi bile olamadı, Ziya agam hala kirada oturur. Haram bir çay içmediğini dürüstlüğünü anlatıp durur. Ancak asla kimseye, bize, çocuklarına bile anlatamadı keriz veya domuz olmayıp, dürüst olduğunu.
Bizim Anamur’da laf çok: ‘Oğlum senin akranların oralet oldu da istanbollarda içilir, sen hala limönata bile olamadın da, turunç olmanın faziletlerinden bahsediyorsun’ diye dalga geçiyorlar.
Onu gören de yine borç isteyecek diye görmezden geliyorlar..Yani sizin anlayacağınız: ülkemin diğer namuslu insanları gibi Hayatı yalayıp geçti hani.
Sahiden ben lise ikinci sınıfa kadar bütün gazeteleri aynı sanıyordum. Zaten Anamur’da bir tek gazeteci vardı. o zamanlar, hergün gazete nerden gelecek. Ülke gündemini iki gün geriden takip ederdik. Varıp sadece gazete ver derdim. O da ne verirse alır okurdum. Zaten ne okumaya fırsatımız, ne de gazete alacak paramız vardı. Okuldan gel,tarlada çalış; kazmadan,kürekten çık okula git.. Dünyamız bu kadardı.
Annemin bir gün ağabeyime:’ Ay oğluşum, a çocuğum, hergün gazete alacağına, gittiğinde bir eşek yükü aslan da bir sene okusana! ’ dediğini hatırlıyorum. Hani bizi gazete almaya gönderiyor ya, işten kalıyoruz annemin sıkıntısı da o.
Ankaraya sınav için gitmiştim. Halıma bakmadan! , bir AP delegesinden rüşvet karşılığı aldığımız elimde bir kartla millet vekilşini görmecektim. görüşmeye gittim Nereden bilirdim o kolyenin ve Tanrı dağı kadar Türk olmanın Ankarada bir halta yaramadığını. Ankaradan müzmin bir grip, bir de tuttuğunda beş dakika devam eden, otuz yıldır yakamı bırakmayan bir öksürükle döndüm evime. Hem de beş parasız. Çünki son kalan paramı da ön dişinde altı tane altın, diğer dişleri kalaylı ablaya verdim. Ne yapıyım kadının hastası varmış; garibanız, gariban halinden anlarız. Kocası hastaneden çıkmış. Karsa gidecek parası yokmuş. Siz olsanız vermez miydiniz?
İki sene sonra tayin için gittiğimde, aynı kadın yine benden Kars’a gitmek için para istedi!
Diyeceksiniz ki: Nasıl hatırladın, aynı kadın olduğunu? Öylesine zor durumdaki kadın unutulur mu hiç. Hatta ta ikinci defa yani iki sene sonra tekrar görene kadar kaç defa rüyama bile girdi. Kadına rüyamda taciz ediyorlardı otogarda. Bir türlü gücüm yetmiyordu ki Ankaranın tacizcilerine zavallı teyzemi ellerinden kurtarayım.
İkincisi halamın kızı, Kirez abama o kadar benziyordu ki! Gurbetlik bu ya, nerdeyse ellerine sarılacak Kucağına al da beni okşa, ısıt; yüreğime çöken hasreti söndür, diyecektim.
Ankarada kırmızı basma şalvarlı, esmer, ortaboylu, altın dişli bir kadın sizden para isterse; o benim halamın kızına benzeyen kadındır. Yardım edin ne olur. Kim bilir, belki de daha eşi hastaneden çıkamamıştır; Çünkü kaç kere Ankaraya gittiysem hep karşılaşmış, saflığıma gülmüşümdür..
Ama pişman değilim inanın. Bir daha olsa yine yapardım..
KERİZLİĞİ ARDINDAN GÖRÜNÜR
Bir üçüncüsü: kırk kişiyle gider olsak ve bir dilenci gelse önce benim yakama yapışır nedense. Bilmiyorum alnımda ne yazıyor.
Hatta geçenlerde arkadaşlarla Mersin otogarındayız. Arkadaşlara bu olayı anlattım. Karşıdan bir dilenci çıktı. Yanımdaki arkadaşlarla, bu dilenci önce kimden para isteyecek diye bahse girişmişim. Dedim ki bakın bu dilenci önce kimden para isterse hepimiz ona 30 ytl verecek. Kabul ettiler. Adam sanki on ikiden hedef almış gibi o kadar kişinin içinde direk bana gelmez mi.
İlk defe bir yararı olmuş, verdiklerimin azıcığını çıkardım dört kişiden.
Dilenci
_Abi ne olur bir yardım, çocuğum hastahanede...deyince; dilencinin yakasına yapıştım.
- Oğlum söyle nerden bildin benim keriz olduğumu. Neremde yazıyor. Hadi söyle.
Adamcağız gidecek ben yakasına yapışmışım elli yılın merakı var, sorusu var bırakır mıyım.
-Yahu abi, ık mık, diyor adamcağız.
Ben diyorum: Hayır söylemezsen bırakmam. Adam gene bize tıraş kesmeye ‘ Sen delikanlıya benziyorsun abi biz kimin delikanlı olduğunu hemen anlarız’
‘Yani kerize mi.. Yok oğlum yemezler.
Elimdeki parayı gösterip:
-Hadi söyle, yarısı senin.
Ama adam o kadar olmuş ki:
- Abi Allah aşkına ben sana vereyim yeterki yakamı bırak, diyor.
Arkadaşlar kırılıyor gülmekten. Derken polis geldi:
-Ne oluyor beyler...
Baktım o da bir öğrenci velimin babası. Durumu bilmiyor ya. Sandı ki dilenci bana askıntı olmuş. Oysa tam tersi. Ben askıntı olmuşum. O sırada İnzibat Gönül Hanım (komşum) geldi:
-Ne oldu Mahmut abi…
Vel hasıl adam polis gücüyle zor kurtuldu elimden. Polise, gönül ablaya anlattım. Gülmekten bir hal oldular, ekonomik krizi mırizi unuttular.
VAY AHLAKSIZ, VAY!
Yetmiş dörtte birkaç arkadaş yetmiş km yolu tepip Kıbrıs savaşı gönüllüsü olduk. Ancak bizi almadılar. Daha şeyiniz küçük, dediler. bizde soramadık neyimizin küçük olduğunu. Hala merak eder dururum. Biz şehre gönüllü olmaya giderken, Kıprıs’ta atılan top seslerini duyan Anamurlu zenginlerin çoğu korkusundan Konya’ ya yada yaylaya kaçıyorlardı. Vatan haini olan ben de on dört yaşında olan bu vatan haini! BEN de gönüllü yazılmak için şubeye gitmişiz.
Sizce bir terslik yok mu bu işte?
Ortaokulu Anamur orta okulunda birincilikle _en azından matematik ve fende birinci- bitirdim. Ama Lise birinci sınıfın birinci döneminde sekiz zayıfım vardı. Diyeceksiniz ki niye? Sanırım, hem yaşıtlarımla ekonomik yönden belki de uyum sorunum vardı, birde o kırmızı gömlekli kız yok mu, âşık olmuştum.
Lisede Ahlak dersinin çıktığı sene idi, Erbakan, ve arkadaşlarını henüz kayıp trilyon davasından yargılanırken, arkadaşlarının kimisinin millet vekili olduğu için yargılanamadığı; meclis dışı kalan Erbakan hocamın, hüküm giyip sayfiye yerindeki villasında cezasını çekmeden; yani ülkemde değişim rüzgarları esmeden, ülkenin fabrikalarının emeperyalistlere onda bir fiyatına peşkeş çekilmesine, muhalefet etmenin, vatan hainliği sayılmadan önce. Yani Yani Başbakanımızın bir rehberi Vaşinton’da beyaz saraya yüz sürüp ‘BİZİ DELİĞE SÜPÜRMEYİN KULLANIN’ demeden önce..
Rahmetli Ecevit ve Erbakanın hükümet olmuş; halka yalakalık, pardon halkın ahlakını düzeltmek, ahlaklı nesiller yetiştirmek için, ahlak dersi yeni konulmuştu müfredata. İyi ki konmuş değilse bu kadar ahlaklı, namuslu, vatanını seven insanlar yetiştirip; bu kadar adil, adaletli, yemeyen, götürmeyen hükümetlerimiz olmayacak: her bireyin ortalama yıllık geliri on bin dolar yani 15-16 milyar eski lira olamayacaktı. İşsizlikte, hırsızlıkta dünya sıralamasında ikincilik ödülü, kadınlarımızı analarımızı bacılarımız birine baktığında ya da biri ona baktığında ahlaksızlığından dolayı katledemiyecektik. Türkiye, seninle gurur duyduğu kişileri ne seçebilecektik, ne de bu kadar koyun gibi yönetilebilecektik.
Uzun lafın kısası verme çobana kızı; Ahlaktan tek ders ikmale kaldım, otuz kırk solcu ve solcu sandıkları ve benim gibi bir kaç ta sağcıyla beraber.
Hep suç benim, biliyor musunuz. Kendim sağcıydım güya Zati ülkemizde herkes doğuştan sağcı ve Elhamdülillah Müslüman değil mi ki? Nasıl olmasın: Besmeleyle tohumu atılıyor. Doğar doğmaz kulağına ezan okunuyor. Arabî bir müslüman ismi veriliyor. Olur ya unutursa diye, namaz kılmasa bile hem de hoparlörden kaç desibel kuvvetinde sesle- yatarken kalkarken, öğle, ikindi ve gün batarken beş vakit ezan sesiyle-hatırlatılır.. Evlenirken, karını severken… Kapıdan çıkarken, yemek yerken… Müslüman olmamanın kurtuluşu var mı,?
Hırsızdır, arsızdır, namussuzdur, rüşvetçidir, katildir, kahpedir, gavattır ama yine de ‘Elham Dülillah Müslüman’dır. Kimse bunlara bir şey demez. Hatta bu kutsal dava için katil ol, yakalanman, hapse girmen, söz konusu olmayabilir. Sanırım Rabbül Âlemin yardım ediyor da görünmezliğe bürünüyorsun ki; nedense bir türlü yakalayamazlar seni.
Yıllarca dolaşır durursun, Kimi gariban katiller (pardon) ’katli vacipleri! ’ öldürenler, çok aleni ayıp etmiş de yakalanmışsa, ispatlanamadığı, hapisten çıkarken tezahüratlarla karşılandığı, makamlar, mekânlar verildiği, TV lere çıkarılıp kutsandığı çok görülmüştür.
Ama ezberlerin dışında bir soru sormaya görsün. Yandı yavrum keten helva. Ömür boyu çolun çocuğunun süründüğünün imzasını atmış olursun.
Eh, kimileri, sonradan kitap mitap okuyor; Sonradan şeytan şaşırıp solcu oluyorlar.
Her neyse, arkadaş arasında ayrım yapmamanın kurbanı olduğum için Ahlak Bilgisinde ikmale kaldım. İkmale kalmak bir şey değil, ahlaktan kalmışım, kimseye anlatamazsın ahlaklı, namuslu olduğunu. Tescil edildi bir kere, rapor bozuk çıktı.
O zamanlarda sene sonunda okul kapandıktan sonra sanırım bir aylık kurs vardı. Kulakları çınlasın öğretmenimin soyadı Mertti. Her gün o gelmeden tahtayı ‘Gazi MERT; namert’’ yazısıyla dolduruyorduk. Bir aylık kurs boyunca en az on kere disipline verildik. Böylece öğretmenimizin ahlaksız diye sınıfta koymasını haklı çıkardık. Ahlaksız olduğumuzu ispat etmiş olduk. Öğretmenimiz de vicdanen rahattı artık.
Bir ay kurstan sonra ahlakımız düzeldi ve biz de bir üst sınıfa geçmeyi hak ettik.
Sahi şu işini sağlam yapan; rüşvetin, namussuzluğun en az olduğu; riyaya, göre değil de liyakatin övülüp, ödüllendirildiği; mesela bakanların, vekillerin tayinle, tertiple, iş takibiyle uğraşacak zaman bulamadığı yani riyakat madalyası değil liyakat madalyalarının verildiği ülkelerde ahlak bilgisi diye bir ders var mıdır acep. Ama işin ilginci bu ülkelerin hiç biri de müslüman değil. Hepsi de birilerinin Atatürk dediği gibi kefere, zinadı veled. Bu ne iştir! ?
ANKARA ANKARA GÜZEL ANKARA
SANA GİTMEK İSTER HER BAHTI KARA
Vekil dedim de: Yıl seksenli, doksanlı yıllar. SSCBnin dağılmadığı, eğitimin, sağlığın, kültür giderlerini, bedava, işçilerin günde sadece altı saat çalıştığı; namusunun, arının olduğu; kadınlarının kızlarının; doktorlarının çalıştığı; herkesin lüks olmasa da işinin,aşının olduğu; orospuluk yapmak için yurt dışında pazarlanmadığı; en sıkı müşterilerinin yüzde doksan dokuzu müslüman olan ülkem insanlarının olmadığı; yani Gorbaçev tencere satmazdan, reklama çıkmazdan, AMERİKADAN ÖDÜL almazdan az önce mi desem, yoksa o zaman mı desem.
Türkiye’mizde, devri iktidar Özallı yıllar. Semra Özal’ın papatyalarının kabak çiçeği gibi açıldığı; kızına bir iş adamının Jaguar araba hediye ettiği ve sonra gazetelerin baskısına dayanamayıp geri verdiği; yine Semra Hanım’a takılar vb. hediyelerin verildiği, oğlu Ahmetin bir dikili ağacının bile olmadığı Megiçboks muydu adını tam hatırlayamayacağım -şimdiki Star TV.nin evelliyatı herhalde- bilmem kaç trilyona aldığı, güçlü arıların zayıf kovanları yağma ettiği zaman. Yani bir güz günü.
Neyse lafı uzatıp, başınızı ağrıtmayalım; enseyi karartmayalım. Özalın Benim memurum işini bilir! Kooperatif, demiryolu da ney imiş komünist işi! dediği devirde.
1923ten o yıllara kadar 16 milyar (1984) dolar borç alınmış. Bu parayla 2. Dünya Harbine rağmen, onca yol, fabrika, okul vb. hizmet gitmiş. Osmanlının borcu ödenmiş.
Allah rahmet eylesin, Sümerbank, çimento, şeker, alüminyum, bakır, dokuma, Araba, uçak, buğday ofisi, demir çelik, SEKA, demir yolu, baraj, yol köprü yapılmış yurt sathına. Özal’ın aldığı borç 45-50 milyar dolar. O zamanın gazetelerinde öyle yazmıştı aklımda öyle kalmış yanlışım varsa doğrusunu yazın düzelteyim lütfen (beterin beteri varmış: şimdi borcumuz 600 milyar doları aştı bile, satılmadık ne fabrika, ne liman, ne köprü kaldı. Peki Türkiye o beğenmediğimiz zamanın kaç katı oldu?)
Bu dönemde borç ne oldu altı yılda 180-200 milyar dolardan 500 küsür milyar dolara çıktı. Yaklaşık yuvarlak 300 milyar dolar diyelim. Yani, 1923-1983; 60 yılda alınanın 12, 13 katı.
Bu dönemde yapılan fabrika, yol, vb. hizmetler kaç katı? Ya da kaç tane? BU HESABIN SAĞLAMASINI YAPIN DA YAZIN AKLINIZIN KÖŞESİNE!
Kastamonu, İnebolu, Atabeyli köyünde çalışıyorum. Bir televizyonun beş altı öğretmen maaşı kadar olduğu öyle bir zaman.
Eşimin sağlık kontrolü için Ankaraya gelmişiz. Öğretmen Evinde yer aradık yok. Aslında var da bizim gibi vekil, vali vb. adamı olmayanlar için yok. Üç günde bizim maaş suyunu çekti. Gece öğretmen evinde oturuyoruz. Tokatlı bir öğretmen bayanla tanıştık. 140 cm boyunda. Gördüğüm en minyon tipli öğretmendi.Çay kahve içti tabi ki bizden. Köyden geldik ya misafirperveriz. Bayan Öğretmenevinde kalıyor. Öğretmen hanıma sordum öğretmen evinden nasıl yer alabildiniz?
El cevap:
-Ayol biz bakan beye telefon açıyoruz, geldiğimizde odamız hazır oluyor!
Ha o vekil aynı zamanda bakandı da.
Meğer biz o zamanlarda milletvekili değil resepsiyon memuru seçermişiz de haberimiz yokmuş!
Şok olmuştum. Birden, ‘Ver paramı şerefsiz karı! ’ diye bağırmışım. Şok olma sırası ondaydı. O şaşkınlıkla, Ne parası? diye mahcup mahcup sordu. Ben: İçtiğin çayın parası, deyince ikinci bir şok yaşadı. Eli ayağı zangır zangır titreyerek baya bir para attı, üstünü almadan, Köy öğretmeni ne olacak, esas bunları öğretmen edende suç! diye söylene söylene yanımızdan uzaklaştı.
Böylece bakanın adamından paramı tahsil ettim. Hem de nemasıyla.
Şimdi adını bile hatırlamıyorum. Eğer bu yazımı okursa sanırım beni anlar.
En çok da okuyamadığım kitaplara, bir de helalleşemediklerime üzülürüm. Bir özür borcum ona biliyor musunuz. Bilemezdim beterin beteri olacağını. Nerden bilirdim Deniz feneri dosyasının almanyadan türkiyeye dokuz ayda gelip tercümesinin on ay ay geçtiği halde bitemeyeceğini. (Her halde Hititçe, veya nesli tükenmiş dilde yazılmış olmalı ki, üstünde tarihçiler, dilbilimciler çalışıyor olmalı, haydi hayırlısı) , iki sene geçtiği halde bir arpa boyu yol alınamayacağını.
O sabah erkenden gelip sıra alabilmek için, gece sabaha kadar dört öğretmen ayazda bekledik. Şimdi hala duruyor mu bilmem ama İstasyonun orada ortasında havuzu olan banklarda yattık. Sırf erkenden gidip birinci sırayı alabilmek için. Birisi İzmirde Müzik öğretmeniydi.
Hocam hayırdır senin ne işin var burada? diye sorduğumda: Dört öğrencimi getirdim Gazi de, yetenek sınavlarına girecekler. demişti. Peki, öğrencilerin nerede, diye merakımdan sordum.’ Birisini yurda yerleştirdim, diğer üçü de Dedeman Otelinde, ben de DDY ayaz palasta! ’ diye cevap vermişti. Gülüşmüştük ama şaşırmadım, çünkü ben de öğretmendim.
Ha Kastamonu’da yirmi gün önce ameliyat olmuşum. Bevliyeci damarı bağlayacağı yerde yanlışlıkla böbrekten mesaneye gelen idrar borusunu bağlamış. Böbrek şişmiş beni kurtarın diye de bağırıyor. Ama nedense bir türlü hata yapabileceği aklına gelmediğinden senin sorunun psikolojik deyip beni köye yollamış. İnanmayacaksınız ama gerçek. 20 günde ağrıdan 18 kilo vermişim. Cahillik ‘ bir de kendimi Türk hekimlerine emanet ettiğimden’ onlara olan güvenin verdiği yanılgının sonucu. Onun için ağrıdan kıvır kıvır kıvranıyorum.
Ah gözünü sevdiğim Ankara neler kadir değil. O gece ağrım şip diye kesildi.
Sekiz sene sonra öğrendim ki meğer ki biz ankara garında yatarken, böbreğimin içi tamamen çürüdüğü için ağrı kesilmiş.
Neyse sabah erkenden kalktım, birinci sırayı aldım. Karslı bir resepsiyon memuru:
- Hocam yer yok.
- Nasıl olur daha şimdi on kişi ayrıldı, deyince; önüme bir liste uzattı. Bir sürü bürokrat, vekil ismi karşısında da bir başka isim.
-Hocam zaten sürgün geldim. Lütfen beni zor durumda bırakma. Önce bunlar yerleşecek, kalırsa söz…
Saat onda tekrar geldiğimde koskoca bir bey efendiyle tartıştık. Adam resepsiyon memuruna: illaki bu beye bir yer ayarlayacaksın! diye baskı yapıyordu. R. memuru Beyim şu anda hiç yerimiz yok:, deyip bana gösterdiği listeyi adama uzattı. Hangisini listeden silebilirim, beni buradan atarlar. gibi cevap veriyorsa da adam yüksek yerden, yoktan anlamıyor, belki de kendisine değer verilmediğini düşünüyor. Kasıla kasıla gelmiş oraya. Bu sefer Bu benim akrabam hemşerim, mutlaka bulacaksın, arkadaşım zor durumda. gibi duygu sömürüsüne yapmaya kalkıştı. Bana bak arkadaş, madem köylüsüymüş, akrabasıymış evinde misafir etsin; birinci sırada ben varım, sakın önüme kimseyi almayasın, yoksa cıngar çıkar dedim. Siniren sitresten sesimin kontrol düğmesi bozulmuş. Yanındaki korumaları: Bu kim biliyor musun; bilmem ne müdürü, aslanım sen belanı mı arıyorsun! diye bana gözdağı vermeye kalktılar. Zaten cinim tepemde, sinirlerim laçka olmuş. Kolay mı yirmi gün yemeden içmeden, uyku yüzü görmeden günde 4-5 jokain yiyerek ağrı çekmek, Millet uyurken sen Ilgaz dağlarında şeytan gibi kıvranarak tahtacı katırı gibi tayır tayır taşları kemiriyorsun.. Ne dua fayda ediyor, ne ayet, ne de gözünü sevdiğim Allahım yakarışını duyuyor.
Ben kim miyim! Ben kim miyim! ? Ulan, ben de tc Kastamonu il İnebolu İlçesi, Atabeyli Köyü İlkokulu Müdürüyüm! , deyince kızılca kıyamet koptu. Meğersem adam gerçekten koskoca bir bürokratmış. Ne bileyim ben. Kimin aklına gelir koskoca bir bürokratın yakinine otel odası ayırmak için şahsen ve bizzat ilgileneceğini.
Kaybedeceğim bir şeyim yoktu. Olsa olsa karakolluk olurdum. Tren garında yatmaktan da iyi ya. Çıngar çıkınca benim gibi sıra bekleyen diğer öğretmenler imdadıma yetişti. Benim çıkışımdan cesaret aldılar, yiyecekler bürokratı. Baktılar ki olay çıkacak. Adam yanındaki çakalları ve korumalarıyla anasının kırığına bakar gibi ters ters bakarak, Görürsün sen! anlamında bir suratla uzaklaştı.
Tabi birinci sırada olmama ve gözümün önünde en az 30 kişi otelden ayrılmasına rağmen bakandan müsteşar misafirlerinden,, kendi evimizde bize sıra gelmedi. Görevli açık açık listeyi gösterip misafirin adını, ve kimin misafiri olduğunu önümde okudu. ‘Hocam durum bu. Ben yeni sürgün geldim. Bir daha sürülmemi istiyorsan bunların birinin yerine sizi alayım. Ama söz saat onda gel bunlardan biri gelmezse seni alayım, dedi. Adam da bin pişmandı orada olduğuna.
Yeni yapılan öğretmen evine gittik. Zaten lükslüğünü görünce kendimizi o lükse layık görüp yakıştıramadık. Kuyruğumuzu kıstırıp söve söve geri döndük.
İyi ki bir sövmeyi öğrenmişiz değilse dağa çıkmak, cinnet geçirmek an meselesi. Eşimizin felan yanında; şairin dediği gibi ‘.bir sitem! ’ yolluyoruz Allaha da rahatlıyoruz biraz. Ve erkekliği kurtarıyoruz! Zaten orayı da Azerbaycan mı nereden gelen bir gurup sporcu, işgal etmiş gidenler de boş döndü.
Saat onda geldim. Adam müjdeyi verdi. Hanım ve ben 15 yıldır aidatını ödediğimiz ‘’öğretmen evinde’’ bir haftalığına yer ayırttık.
Yer bulamayıp dışarıda kalan kanser hastası bir bayan öğretmen ablamızı, o gece kaçak olarak bizim odaya aldık. Hanımla ona kendi yatağımı verdim. Ben yine battaniye ile yerde yattım.
Ay, inanmadınız değil mi? Namusuma hepsi gerçek.
MADENİ HAS, DELİKLİ TEMAS, SIKI İLTİMAS
‘Devlet’i Osmani ali’de terfi’i
Temayuzilim irfan ile olmaz
Ya olacak kuvvetli iltimas
Ya olacak medeni has
Yâda olacak delikle temas’
Anlamını çözebildiniz mi? Bu sözü ben Ankarada öğrendim.
Bir sabahçı kahvesinde oturuyorum. On sekiz senede dört vilayet gezmişim. O köy senin bu köy benim bayrağın dalgalandığı her yerde çalışmışım. Tamamen köylüleştik. Silikleştik, hödükleştik. Şehre insek bizi herkes kandırır oldu. Okuyoruz ama yetmiyor. Serde devrimcilik, eski köy enstitülü ağabeylerimizin kitaplarından öğrendiğimiz, köyün karatavuğunu ak yapabilme gibi ideallerimiz var. Ee, öyleyse köylüye yakın olmalı, bütünleşmeli. Bu yüzden kaç kere dedikodudan kulağımızdan gunnacı olduk. Ama köylüler o Atamın dediği gibi pek de efendi değiller. Her türlü kaypaklık mevcut. Aşağı mahalleye birazcık yakın dur, yukarı mahalle hemen bir dedikodu çıkarır. Ya da karşı geçeye Selanın aleyküm! , de; öbür geçe Verahme tullahi ve berakatü! ister. Delikanlıysan verme. Hele on iki eylül’ün baskısı bir karabasan gibi çökmüş üstümüze. Yapılanlar ne insafa sığar, ne ahlaka; bir alem. Muhtarlara öğretmeni takip görevi verilmiş. Hakkımızda her hafta karakol kumandanına rapor veriyor.
Öğretmen potansiyel suçlu. Hala silemedik o lekeyi sırtımızdan. Hitlerin Yahudisi, düzenin günah keçisi olmuşuz. Ankara da cumhurbaşkanı seçilememiş sebebi hoce. Akaryakıta zam gelmiş sebebi müsbbibi öğretmen. Adam bankaları iç etmiş ‘ Ah şu muallimler yok mu! ’ Bir namussuz rüşvet mi yedi; ‘ Vay senin muallimini, marif müdürünü! ’ diye başlar küfür. İşin ilginç yanı o namussuz da aynı şeyi der.
Ulan gavat, lavuk herif, hangi öğretmenin namussuz ol diye öğütledi? Hangi maarif müdürün çal çırp, ülkeyi iç et dedi? Hangi ilkokul öğretmenin Maliya Bakanı olunca, mısırın % 70 olan vergisini %20 indir. Sonra oğluna tüyo ver. Oğlun milyonlarca ton mısırı stok ettirdikten sonra tekrar ithal mısırın vergisini% 70 e çıkar. Ve kafadan oğluna %50 kazandır. Hangi öğretmenin matematik dersinde böyle bir namussuzluğun hesabını, aritmetiğini öğretti? ’ diyemezsin.
ADALET DESTANI
Küfretmişsek namussuza
Neyi suç bunun hakim bey
Yalancıya namussuza
Neyi suç bunun savcı bey
Biz halkı havel etmedik
Malını düvel etmedik
İslamı değel etmedik
Nesi suç bunun savcı bey
Havel: Köleleştirmek, sürüleştirmek
Düvel: Halkın malını saltanat elde etmek için kullanmak.
Değel: Bir değeri kurumu pusu kurmak amacıyla kullanmak.
İt kapınca ‘Hoşt! ’ demişiz
At tepince ‘Höst! ’ demişiz
Namussuza ‘Puşt! ’ demişiz
Nesi suç bunun savcı bey
Yoksulu soyan değiliz
Haramla doyan değiliz
Bire bin koyan değiliz
Nesi suç bunun savcı bey
Bilime iman etmişiz
Yüreği umman etmişiz
Zulümden aman etmişiz
Nesi suç bunun savcı bey
Üretelim gülüşelim
Kardeş kardeş bölüşelim
Doğru neyse buluşalım
Nesi suç bunun savcı bey
Malımız hak yolumuz hak
Dilimiz hak halımız pak
Çalmadık ki yüzümüz ak
Nesi suç bunun savcı bey
Hakk’a doğrudur özümüz
Halka doğrudur sözümüz
Haramda yoktur gözümüz
Nesi suç bunun savcı bey
Camiyi pazarlamadık
Güzeli nazarlamadık
Yoksulu azarlamadık
Nesi suç bunun savcı bey
Derdini Gadanı alam
Ayağının tozu olam
Saçım kalmadı ki yolam
Nesi suç bunun savcı bey
Eğilmedik bükülmedik
Direndik de sökülmedik
Yozlaşıp da dökülmedik
Nesi suç bunun savcı bey
Kalleşe kalleş demişsek
Mazluma kardeş demişsek
İllaki barış demişsek
Nesi suç bunun savcı bey
Yoksulluktan hırsız olduk
Hak aradık arsız olduk
Yaralandık yarsız olduk
Nesi suç bunun savcı bey
Kimi yılan kimi çıyan
Onlar altımızı oyan
Dediğimiz ey halk uyan
Neyi suç bunun savcı bey
Kimseleri sömürmedik
Çuval dibi kemirmedik
Haram rüşvet semirmedik
Nesi suç bunun savcı bey
Biz gencinden gocasına
Ateistten hocasına
Ortak olduk acısına
Nesi suç bunun savcı bey
Dandiklere dantel dedik
Kofiklere entel dedik
Ne yatarsın hantal dedik
Nesi suç bunun savcı bey
Ülkeyi satan değiliz
Haramla yatan değiliz
Yoksula çatan değiliz
Nesi suç bunun savcı bey
Fidanlar solmasın dedik
Umutlar ölmesin dedik
Zalimler gülmesin dedik
Nesi suç bunun savcı bey
Kalmışız öyle biçare
Bizler nere eller nere
Yuh olsun böyle kadere
Nesi suç bunun savcı bey
Taş bağlı köpekler salgın
Aydınları bitap yorgun
Bu halk bu düzene kırgın
Nesi suç bunun savcı bey
Nasıl yapı nasıl kapı
Nideyim ki bizden sapı
Hak aratma kapı kapı
Nesi suç bunun savcı bey
Medet hâkim beyim medet
Nedamet eyle merhamet
İstediğimiz adalet
Nesi suç bunun hâkim bey
Hani kuşu hani kurdu
Önünde secde dururdu
İblis gelip yere vurdu
Suç diyorsan bu hâkim bey
Sürü olduk cehaletten
Ar ederiz sefaletten
Umar yok mu adaletten
Suç diyorsa bu hâkim bey
Halini ağlamak yasak
Dersin ‘asi! ’ hemen asak
Gurban dağlara mı çıkak
Suç diyorsan bu hâkim bey
Her yan riyadan geçilmez
Mümin münafık seçilmez
Neden bundan söz açılmaz
Suç diyorsan bu hâkim bey
Ne kitap bilir ne Allah
Kardeşi verse eyvallah
Neler bilirler maşallah
Suç diyorsan bu hâkim bey
Dinleri paranın dini
Paranınsa yok imanı
Hangi kitap yazar bunu
Suç diyorsan bu hâkim bey
Kimi Mekke’nin tüccarı
Hazine malı icarı
Bunlar zamane deccalı
Suç diyorsan bu hâkim bey
Bırakmazlar mangalda kül
Edebiyatta hiç fakül
Çok şükür tespihte püskül
Suç diyorsan bu hâkim bey
Devlet sırrı mevlet sırrı
Akladılar onca kiri
Yok mu soracağın soru
Suç değil mi bu hâkim bey
Tersinden okur kitabı
Çevirir her tür dolabı
Kalmamış edep adabı
Suç diyorsan bu hakim bey
Kan kusuyor hep antenler
İhanettedir enteller
Bilmen mi nerede eller
Suç değil mi bu hâkim bey
Kimi gıcık kimi kaçık
Ekranlar hep vıcık vıcık
Konuşalım açık açık
Suç diyorsan bu hâkim bey
Bu ülkenin ayıları
Yağmalarlar kıyıları
Hükümette dayıları
Bu suç değil mi hâkim bey
Ülkeyi mal edip satan
Deveyi hamutla yutan
Bir yalana bini katan
Bu suç değil mi hâkim bey
Hastane posta hane
Her şey olmuş bir kerhane
Beyimin keyfi şahane
Suç diyorsan bu hâkim bey
Ülkem ova ülkem deniz
Ne de rahat soyar domuz
Sen de verme hine omuz
Bu suç değil mi hâkim bey
Hain gezer sere serpe
Ar etmez utanmaz kahpe
Haklıya kurulur sehpa
Suç diyorsan bu hakim bey
Borçlanmak marifet oldu
Yozlaşmak zarafet oldu
Alın teri külfet oldu
Suç diyorsan bu hâkim bey
Çöplüğe döndü nehirler
Bir karmaşada şehirler
Hain gençleri zehirler
Suç diyorsan bu hâkim bey
‘İdris suretinde iblis’
Tam münafık hem de halis
Namusluysan adın keriz
Suç diyorsan bu hâkim bey
Sokaklarda magandalar
Sağda solda her yandalar
Yer yer doymaz ki mandalar
Suç diyorsan bu hâkim bey
Yüksek makamda hırsızlar
Meydanda gezer arsızlar
Yalakalar namussuzlar
Suç diyorsan bu hâkim bey
Halk yalanla uyutulur
Ninnilerle büyütülür
Bu düzende öğütülür
Suç değil mi bu hâkim bey
Evliyaymış hizuşşeytan
İblise ruhunu satan
Karanlıktaki göz atan
Efendisi Amerikan
Suç diyorsan bu hâkim bey
Hayır desek kâfir olduk
Aynı kökten tekfur olduk
Bu nasıl iş sefil olduk
Suç diyorsan bu hakim bey
Sanırsın bir yiğit kişi
Görünmüyor zehir dişi
Her sözünde riya işi
Suç diyorsan bu hakim bey
Şu eşkıya dediğinden
Az mı suçlu rüşvet yiyen
Az mı borçlu halkı soyan
Suç diyorsan bu hakim bey
Vilayete düştü yolum
Elim verdim gitti kolum
Ne bu çile ne bu zulüm
Bu suç değil mi hâkim bey
Seni hor görmek mi dersin
İpe un sermek mi dersin
Başa çorap örmek mi dersin
Bu suç değil mi hâkim bey
Ülke yoksul ülke harp
Çevirirler onca dolap
Ne der okuduğun kitap
Bu suç değil mi hâkim bey
Yattığı arpa sekisi
Çaldığı AB türküsü
Nerde devrimin öyküsü
Suç diyorsan bu hâkim bey
Aklım gider cehaletten
Ülkem gider ihanetten
Utanırım sefaletten
Suç diyorsan bu hâkim bey
Ninnilerle uyuduk biz
Yalanlarla büyüdük biz
Boş vaatlere doyduk biz
Suç diyorsan bu hâkim bey
Sevda kutsanır kan ile
Borç ödenir mi can ile
Gerçek bulunmaz san ile
Suç diyorsan bu hâkim bey
Cehalet olmuş diz boyu
Yobazlık zifirden koyu
Sürüden olmaz kamuoyu
Suç diyorsan bu hakim bey
Yoksulluk ölümden beter
Kız kardeşim kendin satar
Yeter hâkim beyim yeter
Suç diyorsan bu hakim bey
Aydınlarım bitap yorgun
Yoldaşından yemiş vurgun
Taş bağlı da köpek salgın
Suç diyorsan bu hâkim bey
Bankalar hep iç edildi
Değerlerim hiç edildi
Ekinimiz piç edildi
Suç değil mi bu hâkim bey
Kim bilir ne der Nasrettin
Şeyh Bedrettin Celalettin
Çöpe atıldı tarihin
Suç diyorsan bu hâkim bey
Adam sandık bakıp sözüne
Kar yağdı der tükürsen yüzüne
At izi karışmış it izine
Suç değil mi bu hâkim bey
Sömürüden saltanatı
Yalanlarla büyür tahtı
Bindiği şirk şehvet atı
Suç diyorsan bu hakim bey
Medet hâkim beyim medet
Zalımda olmaz merhamet
Tek isteğim adalet
Neyi suç bunun hâkim bey
Adalet bizlere gülmez
Ya geç gelir ya hiç gelmez
Geç gelen adalet olmaz
İşin özü bu hakim bey
Nasıl yazgı nasıl kader
Düşündükçe derdim artar
Bu terazi nasıl tartar
Suç değil mi bu hâkim bey
Halkımı havel ettiler
Malını düvel ettiler
İslamı değel ettiler
Suç diyorsan bu hâkim bey
Evliya olup şeytana
Bela olmuşlar insana
Riya karışmış sevdana
Suç diyorsan bu hakim bey
Sağcıyı ettiler sağır
Solcu didişmekten soğur
Halk sağılan dişi sığır
Suç diyorsan bu hakim bey
Diyorlar ki diz çök eğil
Eğilmek yiğitlik değil
Yarın ne derler be oğul
Suç diyorsan bu hakim bey
Bunca haksızlık şahtandır
Haksıza susan şeytandır
Duyarsızlar mı insandır
Suç diyorsan bu hakim bey
Söyle ben susmalı mıyım
Susup sesim kısmalı mıyım
Tavuk olup pısmalı mıyım
Bu suç değil mi hâkim bey
Söylemezsek kaz olunur
Bildirmemiz farz olunur
Hallerimiz arz olunur
Saygılarımla hâkim bey.
Bunu bildik bunu bellettik.
Öğretmensin dişini sıkacaksın, dökülene kadar; kıvranacaksın eski beş gibi bükülene kadar. Ya da o namussuza anlatacaksın yok olana, tükenene kadar. Sussan ölürsün, susmasan öldürürler.
Bizim köyün cahil muhtarına desem ki, muhtar şu ihtiyacım var. Bak Hoce, benden bir şey isteme. Vellah seni Apoçi diye bildirirsem cehennem azabına şükredersin. Allah razı olsun ondan da Allah’tan da; iyi ki bizden rızkını, rüşvetini, evinin ununu biberini, karısının donunu, oğlunun şalvarını almamızı ‘suuss! ’ payını istemiyor.
Kasabaya insek arabanın muavinine ‘abi’ diyoruz. Kahveci çırağına kardaş diyoruz. Gel de sen düşün ötesini, gayrısını. Bir yandan da garnizon komutanı. Aynı zamanda oranın mülki amiri. Allahtan çok ondan korkuyoruz; Allaha olan borcumuzu ertleriz ammaa onun borcu her şeyden eftal. Basıyor fırçayı, şöyle oyarım böyle kayarım, adamın neresine ney koyarım; altı ay bulanık işersiniz. Bilmez ki önündeki adamın hadım olduğunu!
Bir keresinde memleketten gelirken yolda bir asker arabayı durdurdu, kimlik kontrolü yapıyor.
O boyla nasıl astsubay oldu bilmem. 150-160 santim boyunda bir astsubaydı sanırım. Benim boyum oldukça uzun olunca kompleks mi yaptı nedir, parmağının ucunda dikelerek; bana, ne iş yaptığımı, sordu. Ben de, demez olaydım Öğretmenimi. dedim. Şöyle tepeden şuna, ‘’şu hıyara, vatan hainine bak’ pozisyonunda süzdü, süzdü....Öğretmenmiş! dedi. O günden sonradır ki hiç bir zaman sorduklarında öğretmenim demedim. En makbulü oduncuyum demek.
Şimdilerde sorana, hortumcuyum diyorum. Duyan gülerek, yol veriyor. ‘’Savulun hortumcu geliyor! ’’
Ne yapsın? Ne nasırından ne basurundan, ne de apoçiden çekmemiş hortumcudan çektiği kadar. Ne çekmişse, hırsızdan, hortumcudan çekmiş bu memeleket. Aslında dağlarda can veren Memetçiğin de Apocunun da ilaçsızlıktan, işsizlikten kıvranan emminin dayının da ve onların ağlayan analarının da, esas nedeni bunlar değil mi? Memleketi bırak, yüreğindeki imanına, yurt sevgine kadar, paraya çevirmiyorlar mı? Yıllarca din iman vatan millet deyip soyulmadık mı. Sadece seçimden seçime adam sayılmadık mı?
Emekli oldum; geçen kazara bir trafik hatası yaptım. Kırmızı ışığı bir metre geçip de durdum. Minibüste kırılacak inşaat malzemesi vardı. Güya ani frenden kaçındım. Ama araba normal yerinden bir metre ilerde durdu. Polis megafonla küfrederek geldi:
-Eliyet, ruhsat!
-Suçumuz ne?
-Yerin de durmadın.
Bulunduğumuz yer bir yerleşim yeri değil, Yaya geçidi felen da yok şehrin dışı sayılır, çapraz yola en az yedi metre var. Durumu, nedenini anlattım; haklı olduğunu ancak çapraz yola daha en az yedi metre var. Trafiği tehlikeye de sokmadım.
El cevap:
-Sen sokmadın ama biz şimdi kaç lira sokacağımızı biliyoruz Haci.
Gel de bunca zulmün, bunca haksızlığa isyanından aşına aşına, incecik kalan ar damarın yırtılmasın. Gel de cin- şeytan olma. Ama yine de saygıyı elden bırakmayarak.
Dedim ki:
-Memur bey, affedersin cezamız kaç para?
-Cezan çook ya haci!
Sakalım yok; bıyığım yok; başımda fesim püskülüm yok. Ama yeni bir sıfatımız oldu. Hem de Mekke’yi, Medine’yi, hem de Kabe’yi tavaf etmeden.’’Haci! ’ Yanımda on iki yaşındaki oğlum da var. Onun yanında deyim yerindeyse hıcıl olduk. Karizma yerle bir.. En kötüsü polise olan güveni tükenecek..
-Bak Kardeş ben bir emekli öğretmenim, zaten devletin verdiği zam yüzde iki, on lira eder Gurban olam yapma ya.. Ev yaptırana karıncalar bile yardım eder.
- Haa, öğretmen mi! Tamam zaten biz polisler öğretmene gıcığız.
Lafa bak sen
-Yakalamışım seni bırakır mıyım hocam!
- Vay hocam, hocam; (Bilmem ne hocam,
O sırada simsiyah, yalbır yalbır bir Mersedes geldi benden beş metre ilerde durdu. İçinden gelen müzik sesi ‘ Cistak cistak! Zım zım! ’ altımızdaki yolu titretiyor. Göz ucuyla bir baktı ama nedense sırtını döndü. Sanırım görmemek için. Tabi Mersedes’e de ceza kesilir mi?
İster istemez kızdım:Yanımda çocuğum var.Gözünde de yüreğinde de polisin de devletin de adaletin de işi bitti; benimkine de kabir kazıyor.. Zevahiri kurtarmam lazım
.
-Ne yaptı öğretmen babanı mı öldürdü? Ananı mı....? diyecekim amma Allahtan ki ağzımdan baba çıktı...
Oğlumun bakışına inanın bir ışık geldi. Öyle ya dağ gibi babası yerle bir olmuş, ve yalvarıyorken birden erkeklenince sanırım bana karşı olan güveni biraz olsun geri gelmiş olmalı.
- Bak hoca sınavda bize hiç yardımcı olmadınız.
-Ne sınavı yahu; o, ben değildim.
Ne sınavı olacak; iki yıllık yüksekokul için açık öğretim sınavında yardım etmedikleri gibi, kopya da çektirmediler p...ler
-Yahu kardeş o ben değildim, kurban olam ne sınavı.
-Hepiniz aynı b..sunuz. Biz polisler karar aldık. Asla öğretmene acıma yok.
Köylerde sürünmekten evlenmeye vakit bula bilseydim ondan büyük oğlum olurdu.
Vurun ulan vurun. Zaten ne zaman sırtımızdan sopayı eksik ettiniz ki
O zaman, öğretmenliğimde gelen velilerimi nasıl karşıladığım, geldiklerinde ısmarladığım çaylar, döktüğüm diller geldi aklıma. Birçoğu da polisti. Nasıl da yumuşaktılar çocuklarının durumunu sorarken. Nasıl da güzel adamlardı. Oturup rehberlik yaptığında, anne baba öğretmenlik konusunda eğitmeye çalışırken, ayran budalası gibi nasıl da ağzının içine bakıyorlardı.. Ne oluyor bunlara bu güzel insanlarıma böyle.
Hele bir tanesi vardı. ‘Bak hocam, benim kızımdan asla şikayet istemiyorum, Bir kabahati olursa vurduğun yerden kan çıksın. Asla şikâyet etmem.’
-Yahu kardeş ben polis miyim? Senin kızın zaten gölgesinden korkuyor, anadan kork, babadan kork, cinden kork, şeytandan kork, Allahtan kork…. Bırak da öğretmeninden bari korkmasın. Gerçekten de kızcağızın adını söylesen heyecanından kalbinin atışını görebilirdin.
Ne diller döktüm rica minnet. Sicil karalanmış bir kere. Günahkârsın. Cehennemliksin. Adama kopya vermemişsin.
Sen kimsin oğlum belinde tabancan? Yok. Elinde mavzerin var mı? O da yok. Karadeniz’le Akdeniz’in arasında bir karış toprağın var mı? Ne gezer. Ölsen garipler köyüne misafir ederler. Şansın varsa bir iki yıl yerin belli olur. Yoksa daha tenin toprak olmadan kucağına bir garibi getirip bunu eğle derler işn yoksa kıyamete kadar onunla da kavga et, adam edeceğim diye mezarda da uğraş. Talihin, yazgın bu..
Zaten beynamazın tekisin Allah’ıda küstürmüşsün. Ne kuyruğunu dikip durursun. Gönün kaç para ki vatandaşım, adamım diye dolanıp duruyorsun. Allah’ın bir öğretmenisin. Kıçtan geride bir kuyruk. Sallamasını bilirsen bir yerin olur belki. Eh bu yapı sen de varken.
Biz Öğretmenler dirgen yiye yiye; ipten saptan kurtula kurtula, pratiğimiz, savunma mekanizmamız o kadar gelişmiş; o kadar icatlarımız, buluşlarımız var ki. Allah’tan ki normal hayatta aklımıza bile getirmeyiz.
Öğretmenini birini müfettiş sınıfta rakı içerken yakalamış: yapıyorsun? ’ dediğinde.’çocuklara içkinin zararlarını öğretiyorum, demiş.
Velhasılı bir yanda oğlum, bir yanda gururum, bir yanda içinde bulunduğum durum. Cebimle gururum arasında sıkıştım kaldım.
Hani yağ tulumunun bucağını (tulumun ağzı) tutsak, kıç gidecek; kıçı kollasak, yağ dökülecek.
Amma Ev yaptırıyorum, Meteliğe kurşun atıyoruz. Yoktan eli milyon ceza da çok para benim için. O anda aklıma geldi; Tabii ki yerse!
-Bak evlat ben de senin gibi bir polis babasıyım. Bunu söylemek istemedim. Kırmızı ışıkta geçmiş olsaydım, ya da trafiği tehlikeye atmış olsaydım sana yinede demeyecektim. Kuzu kuzu cezamı verip gidecektim ama burada cezalık bir durum yok.
Ve bunu sana söylediğimi Komiser Ahmete anlatsam inan bana müthiş kızar.
Zavallı, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, ‘komiser’ sözcüğünü duyunca yüzündeki değişimleri bir görmeliydiniz. Birden o yağız delikanlı sarardı, soldu, elleri titremeye başladı. Yüzüne bir ‘Ahhh! ’; gözlerine bir ‘acı bana, ne olur yapma’ bakışı, gelip oturdu.
Kurtlar yesin bu yüreği gel de acıma. Gel de o az önceki kükreyen aslanın nasıl fareleştiğini görüp de üzülme.
-Ya baba önce söyle sene. Başım gözüm üstünde yerin var.
Lütfen kusurumuzu bağışla. Baba, hiç bir polise öğretmenim deme. Gerçekten gıcık almışız. Bize hiç yardım etmediler. Zaten eylem meylem başımıza hep iş açıyorlar…
Zavallı delikanlının halini görüp; Gel de bu değirmenin su arkına, çarkına, bu feleğin narhına düzenine, buna ayar verene …..
-Bak evlat onlar doğrusunu yapmış. Mademki diploma alacaksınız. Ben de sınava girdim. Meslektaşım olmasına rağmen ben de yardım almadım. Zaten o soruları onlar bilemez. Polisin öğretmenin gıcık alma gibi bir hakkı yok, unutma. Bak komşum, Mersin emniyet müdür yardımcısı aynı zamanda.- Burası doğruydu. Amma daha bir selam verdiğini görmedim. Belli ki o da gıcık belki. Sadece eşi, çocuğunu kaydettirirken evimize gelip bir çay içti. Okula kaydı için yardımcı olmamı istedi. Zaten de işi yasaldı ama böyle bu memleketin işleri. Çocuğunu ilköğretime kaydettirirken istediğim öğretmenin okutması için bile araya adam koyuyorsun. Çünkü diğer mesleklerde olduğu gibi bizde de o kadar, sallabaşı al maşı tipler var ki…
Adamın adını duyar duymaz tam soldu adamcağız, bu sefer bozgun sırası onda
Güler misin, ağlar mısın? Bir memur hangi baskılar, korkular altında görev yapıyor. Bu ülkeye böylesi tohumu nerden getirip de ekti bu güzel insanların yüreğine…
Yüzünün aldığı durumu bir görmeliydiniz memurun Eh oğlu komiser, komşusu emniyet müdür muavini birini durdurmuşsun. Üstüne üstlük, alenen bir ana avrat küfretmediğin kalmış.
-Tamam evlat canını sıkma ne sen beni durdurdun; ne o sözleri söyledin, ne de ben seni gördüm.
-Sağ ol baba, dedi; Gideceğim yöndeki trafiği durdurdu yol açtı bana. Eskortluk yaparak beni bir hayli takip etti. Allah razi olsun ondan mı demeliyim. Üzülmeli miyim? Yoksa oğlumun yanında söylediğim yalana mı yanmalıyım! ? Böylesi hakkı, merhameti; insan hakkı nedir, bilmeyen eğitimsiz adamların kabasına bir tabanca takıp; ‘kendini Hi Men sanmasının nedenlerine mi üzülmeliyim. Gel de çık işin içinden.
Bir keresinde de denizden geliyorum kafam iyi. Üstümde de sadece mayo var. Aşırı hızdan yakalandım. Tam o anda ezan okunmaz mı?
-Bırakın beni tutmayın. Ben imamım. Ezana yetişmek zorundayım, deyince öyle kurtulmuştum cezadan.
Allah onlardan da, Allah’tan da razi olsun.
Ne diyordum?
Derdimi söylesem derin dereye
Dereler doldurur sel olur gider
Şimdi sorana, öğretmenim demiyorum artık. Yeni mesleğimin adı, hortumculuk. Çok geçerli meslek. Denenmiştir ve garantilidir. Kimse karışmıyor hortumcuya
Hem izzet ikram da görüyorsun. Hele kadınlar ilk etapta müthiş ilgi gösteriyorlar. Ama öğretmen olduğumu öğrenince, gör hallerini.
Müthiş eğleniyorum müthiş. Sahiden ülkemin en hızlı hortumcusu, ya da hortumu en uzun ve de kalın olanı kim? Bir yılda devletin 75 milyarı iç edildiğine göre, bunların hiç biri bir kuruş ödemediği gibi Karun gibi servetleri büyümeye devam ettiğine göre…
TEKRAR DELİKLİ TEMAS
Şimdi gelelim delikli temas meselesine. Beş yıldır Şeytan dağlarının başında anamız ağlamış. Tayin için Ankara’ya geldik. Bakan beyle görüşüp durumumu arz edeceğim. Elimde bir iki tane Yakınimdir, mektubu. Yedi gündür bekliyorum bir türlü görüştürmüyorlar. Her gün sabahtan akşama kadar milli eğitimde sekreterin yanında oturuyorum. Bakanın sekreteri Gül Hanımla ahbap olduk. Gözlerim sekreterin yanındaki meşin kaplı, kendinden düğmeli kapıda. Biliyorum bakan her gün geliyor, ama o kapı bir türlü bana açılmıyor. Aklıma Talip Apaydının Köy Enstitüsü Yılları kitabındaki, valinin yakasına yapışan öğrencinin durumu geliyor. Ama nerde bizde o enstitülülerdeki yürek. Kıstıra kıstıra susturmuşlar, pıstırmışlar. Başımızı keke keke, kel etmişler. (Sanmıyorum ya merak edenler,Talip apaydının ‘’Köyenstütülü Yılları’ adlı anılarını anlattığı kitabını okusun.)
En sonunda Gül Hanım pes etmiş olacak ki Seni yarın görüştüreceğim. dedi
Param suyunu çekmiş. Bir sabahçı kahvesinde sabahladım. Akşam kahvede nöbet değişimi oldu. Demir kır saçlı, esmer, mavi gözlü. Bıyıklarından adam assan asılır. Halinden tavrından görüp geçirdiği belli. Türk filmlerinde olur ya hani. Şu türküdeki Pala Remzi gibi bir adam. Babacan birine benziyor. Ben gazetelerin reklamlarını bile on kere okudum. Arpacı kumrusu gibi düşünüyorum.
Derken yanıma geldi.
-Hayırdır evlat bir sıkıntın var galiba!
Ben babamı bulmuş gibi tüm acımı derdimi boca edip, döküverdim adamın eteğine.
Adam sadece dinledi. Bazen gülümsedi, bazen de acıyarak baktı halıma. Dinleyen birini de bulmuşun ya biter mi, çektiklerim. Acıların kadını Bergen. Bir kezzap sıkmamışlar yüzümüze. Ama yüreğimiz zehir zıkkım.
Gitti ocaktan okkalı iki kahve getirdi, Hem de tarzı-hususi. Kahvesini önce şöyle bir kokladı. Kokusunu içine çekerken ıslık çalar gibi beş farklı sesin birleşimi bir zemheri poyrazı esti geçti sanki. Aldığı bütün kokuları yaklaşık on beş saniye içinde tutup bıraktı; rüzgâr tersine esmeye başladı. Ancak daha kalın bir ıslık sesi ve karlı bir ormanı yalıyormuşçasına. Ve kahveyi tabağına içmeden geri bıraktı.
Cebinden bir tabaka çıkardı. Önceden özenle sarılmış kaçak tütünden bir tane ağzının kenarına özenle yerleştirdi. Diğer cebinden çıkardığı ipek bir kesenin bağını çözdü. İçinden süslü bir büyük ‘D’ harfine veya sanki küçük ve kalın yay biçimindeki bir demir çıkarıp masanın üstüne koydu. Sonra bir parça koyu kahve rengi ile sarı arası renkli bir parça kav çıkarıp bir yanını özenle didiklemeye başladı. İyice pamuk gibi veya ipek tespih püskülü gibi yumuşattı. Kesesinden çıkardığı ince yası bir çakmak taşının altına yerleştirip, sol başparmağı ile yumruk yaptığı avucunun arasına sıkıştırdı. Sağ eline aldığı demirin düz tarafıyla çakmak taşına yalatarak vurmaya başladı. Her vuruşunda demirden bir tutam yalım kopup aşağı doğru kayan yıldız gibi saçılıyordu. Birden alttaki kavdan duman çıkmaya başladı. Sanki bir ayindeymişçesine dikkatle ve saygıyla yapıyordu işini. Çakmağı, taşı masanın üzerine koyup kavın ateşini hafifçe üfledi. Yanan kavdan garip, hoş ve baharatlı bir koku yayıldı ortalığa. Ta küçüklüğümde bizim köyde bazı kişiler de aynı şeyi yaparlardı. Gurbetlik bu ya, taa köyüme, çocukluğuma götürdü beni o kavın kokusu.
Sigarasını özenle bu ateşle yaktı. Ancak yanan sarma tütünden de bir karanfil kokusu yayıldı. Her davranışı şaşkınlık uyandırdı bende. Sanki malını pazarlıyor. İşte adam dediğin, herif dediğin benim gibi olmalı der gibiydi. Her hareketi saygıyı hak ediyordu bu adamın. Öğrencilerime zararlarını durmadan tekrarladığım sigaranın kötülüğü, zararları ile ilgili düşüncelerimi yerle bir etti. Adam bir dervişsel bir saygı uyandı yüreğimde. Sanki içtiği tütün denen ve içinde kaç yüz zararlı, kanserojen madde bulunan zıkkım değil, bir ayinin doğal parçası olan bir şeydi.
-Kahveyle, tütünün iki sevgili olduğunu biliyor muydun?
- Yok be baba, ancak seni bizim öğrenciler görmesin, öyle bir şekilde yapıyorsun ki, hiç içmeyenin içesi geliyor.
-Yok evlat ben öyle tiryaki değilim aslında, günde en fazla beşi geçmez içtiğim. Sokakta, falan öyle ne yaptığını bilmeden iş olsun diye içenlere de çok kızarım.
Yani kaç fincan kahve o kadar sigara. Ben bu iki sevgiliyi biri birinden ayırmaya hiç kıyamam. Ve dudağımda seviştiririm bu kara gün dostlarımı.
Kahvesinden höpürdeterek bir yudum aldı, yaptığı işin bende saygı uyandırdığını sezmişti. Nasıl sezmesin ki, bir dervişin pirine bktığ bir saygıyla bakıyordum adama.
-Buyur sen de, diyerek tabakayı önüme doğru sürdü. Ben, teşekkür edip, kullanmadığımı söyleyince; öyle yürekten bir aferin aldım ki ne devletin verdiği takdirnameler, ne maaşla ödüllerin hiç biri bu kadar kabartmadı çiğinimi.
Bunca yaşantımda bir bu Pala Remzi,Hulusi Kentmen babanın duman ayinine, bir de bizim evdeki ineğin yonca yiyişine hayran kaldım.
-Evlat madeni hasın var mı?
- Anlamadım baba o da ne?
-Para evlat, para.
-Ne gezer baba bizde para, olsa otelde olurdum şimdi.
-Sıkı iltimasın var mı?
Adeta bilmece gibi konuşuyordu ama o kadar da saf değilim canım. Lafın gelişinden ve iltimas sözcüğünden çıkardım demek istediğini. Elimdeki kartı uzattım. Evirdi çevirdi:
- Evlat bu yazı galp senin işini görmez. Bu alalade bir mektup.
Kalp para duymuştum da, referans yazısı -pardon - iltimas mektubunun kalpını da yeni duyuyorum.
Gözümün önüne garip babama bu kartı veren Anamur’un ileri gelenlerinden olan o adam geldi. Ve babamın bu kartı alırkenki sevinci, adama nasıl teşekkür edeceğini bilemeyişi, duyduğu güven, Sağolları duaları,.. ‘Ağa’ derkenki sesinin titreyişi geldi bir an.
-Nerden anladın baba bunun geçersiz olduğunu?
-Bak evlat bu alelade bir mektup.
-Nasıl yani?
-Nasılı var mı; Üzerinde parti mühürü olacak, amblemli olacak, bu mektubu veren p....gin parti amblemli özel kartı olacak ya da... Madem yarın randevu almışsın bunu gösterme bari. Belki haline acır da işin olur.
Yıkılmıştım. O yazıyı alabilmek için zavallı babam kaç defa gitti geldi o... yanına her varışında bakan bey şöyle olmuş, böyle olmuş; bu gün görüştüm, şura gitmiş; yarın şurada deyip sallıyor, babamı da tarlasında en az beş saat maraba gibi çalıştırıyordu.
Baba, ya bana bir ders vermek istiyor, ya da dalga geçiyor olacak ki:
-Senin delikli temasın da yoktur şimdi.
Şimdi delikli temas da ne oluyor. Delik, temas… Bir şeyler geliyor ama.. Olmaz, olmaz; Allahım sana tövbe, affet bu günahkar kulunu. Böyle bir adama bu yakışır mı? Sanki şeyhinden şüpheye düşen fakir gibi hissettim kendimi.
Kafamın önünden binlerce delik geçti. Anahtar deliği, İğne yurdusu, şu köydeki değirmen taşının deliği, ziyaret taşlarının deliği, delik, delik. delik... Girdiğim delik, çıktığım delik, ziyaretteki içinden geçenin günahlarının olmadığına inanılan, kiminin korkarak da olsa içinden geçmeye çalıştığı; kimi günahkarlarınsa kendine güvenemediklerinden yanına bile uğramaya korkup, bir de batıldır falan gibi bilgiçlik tasladığı ziyaret delikleri; evdeki el değirmenin sübek deliği; deldiğim delik; görüp dokunduğum delikler; duyduğum bütün delikler, dizilmiş gözümün önüne. Üstüme üstüme geliyor.
Genelde deliğe bakınca arkası aydınlık görünür değil mi? Oysa benim deliklerimin hepsi zifiri karanlık görünüyor. Sanki uzaydaki kara delik; içine içine çekiyor, beni yutacak. Başım dönüyor, midem bulanıyor.
Temaslı delik olsa işi çözeceğim ama delikli temas deyince iş karışıyor. Nerde görülmüş temasın deliklisi. Kusacağım, Delireceğim nerdeyse
Derin bir soluk alıp:
-Yahu baba sen de bilmece gibi konuşuyorsun; deliğin de temaslısı mı olur?
Oğlum güzel ve.... bir kadın demek.
Tokat yemiş gibi oldum.
Hiç eşekten düştünüz mü siz? Eşeğe binersiniz, ufak tefektir düşeceğiniz hiç aklınıza gelmez. Ama kimileri huysuzdur. Biner binmez öyle bir göt atar ki, nasıl olduğunu bilemezsiniz. Cin çarpmışa dönersiniz. Sizi yere atar, bu yetmezmiş gibi siz düşerken suratınızı nişan alıp, bir de zarta çeker. O kadar utanırsınız ki, eğer yanınızda birileri varsa utancınızdan yere geçersiniz. Pişmiş kelle gibi mi deseem; yoksa hemoroit muayenesinden çıkmış kabadayı gibi mi? İşte, Suratımın coğrafyası, onun gibi. Hele böyle kelli felli, baba dediğim bir adamdan bunu duymuş olmak...
-Az önce baba dediğime bin pişman:
-Ne demek amca, sen beni p...k mi sanıyorsun deyip çıkıştım.
Amca bana gülerek:
-Bire oğlum, medeni hasın yok, delikli temasın yok, sıkı iltimasın yok; o halde guşum diye ne dolanıyorsun havada.
Baba gözümden düşmüştü. Bizim köyün K. O. su var ona inmişti kıymeti değeri; mertebesi.
Ben kalkmaya yeltenirken;
-Otur deli kanlı otur. Seni sevdim. Öğretmensin ama daha öğrenecek çok şeyin var, deyip, beni oturttu. Bir çay söyleyip, başladı taşradan gelen bir mütahidin nasıl bir ay beklediğini, bir pavyon kadını kiralayıp takıp takıştırarak yukarı çıktıklarını, açılmayan kapıların nasıl ardına kadar açıldığını ve ihale aldığının hikayesini anlatmaya. Sonra bir otele telefon etti: ‘Misafirimi gönderiyorum. Bak yarın bir şikâyetini duymayaım ha. Para mara da alma. gibilerinden şakayla karışık sıkı bir tembihte bulundu Bana bir otel adresi verdi evlat akşam orada kal, selamımı söyle, para mara da vermeye kalkma sakın... O gece hayatımın en yumuşak yatağında en derin uykusunu çektim.
Bunu yazmamada bir sakınca yok sanırım. Olay geçeli en az yirmi otuz sene oldu. Zaman aşımına uğramıştır herhal. Elin oğlu dünyaları götürüyor, bir bakmışsın zaman aşımından çıkmış. Bir gün bile ceza almamış. Ya da vekil olup, kimse dokunamaz olmuş.
Kim bilir belki de o üç anahtarın biri ya da hepisi vardır elinde. Gerçi bir söz vardır: Yapan tevrü taze, gören (söyleyen) kepaze, derler hani. Belki de yarın hapse düşeriz bunu yazdığım için kim bilir.
ENGİN TECRÜBELERİME DAYANARAK DİYORUM Kİ:
Ankaraya giden öğretmenlere nasihatimdir
1- Gitmeden önce bulunduğunuz ilçeden bir delege bulun.
2-Delleğe, pardon delegeye telefon ettirin ki öğretmen evinizden! size yer ayırtsın,
3 -Yalaka olmuş, şakşakçı olmuş galitesi hiç önemli değil.
5- Mümkünse en galitesizini bulun delegenin; o işlere genelde onlar tenezzül eder.
6- Şayet Evvel Allah sonra delege ve Angaradaki yardım eder de yerleşebilirseniz, üç gün kalacaksanız on günlük yer ayırtın. Olaki bir gariban arkadaşınız geldi; sizin odanızı ona devredin. Kimsenin, ruhu bile duymaz.
7-Bakanlıkta bir işiniz var değil mi? Korkmayın; içeride vekilinizce çok iyi karşılanacağınızdan, halinizin hatırınızın sorulacağından, ayak ayak üstüne atıp çayınızı yudumlayacağınızdan, vekilinizce sizin için size özel bir çok yerlere telefon edileceğinden, -ancak telefonun öbür ucunda kim var hep şüphelenmişimdir- hatta vekilinizden bazı yemin şart edip sizi mahçup edeceğinden; Yani fare gibi girip aslanlar gibi kasılarak çıkacağınızdan, ve de o işinizin olmayacağından emin olabilirsiniz
Haydi, evvela Allah sonra vekiliniz ve dahi delegeniz yardımcınız, gazanız mübarek ola.
… Bakma öyle kuytularda
Bakma öyle geceleri
Bakma öyle gizli gizli ağladığıma
Yüreğimde bir kara sevda
Yüreğim yanan bir çıra
*
Susta değil pustayım
Kara karanlıkta
Kara sacın üzerinde
Kara karıncayı gören ben
Söz geçiremem
Cehalete
Kör yalana
*
İmrenirim ellere
Su geçmez boğazımdan
Tuz basma yüreğime
Yüreğim paramparça
Yüreğim kapkara
*
Ellere gönül verme
Gözlerim üstünde Ankara
Mahmut NAZİK 2006 MERSİN
SIPA SOPA MESELESİ
Öğretmenliğim sırasında devlet de millet de bizi o kadar sevdiler ki: sırtımızdan sopayı hiç eksik etmediler, sağ olsunlar.
En sert polis copunu da 24 Kasım Öğretmenler gününde yemiştim. Hem de oğlum yaşındaki bir polisten. Acaba ilk öğretmeni kimdi onun, diye düşünmüşümdür hep.
Ha, birde 1983 veya 84 yılındaydı..Avrupalıların radyasyonlu olduğundan geri gönderip, okullara fındık dağıtıldığı seneydi... 12 Eylülün korkusu henüz üzerimizden kalkmadığı 24 kasımın birinde.
Kadınhanı kaymakamı, ilçedeki öğretmenlerin tümünü bir ilkokul sınıfında toplayıp; sıkı bir nutuk attı. Bir sürü aşağılama lafı edip bizlerce alıkşlandıktan sonra; ne bir peçete, ne bir tabak koymayı akıl edememişya da gerek görmemiş olacaklar ki, sıraların üzerine dökerek leblebi şeker dağıtmıştı.
Belli ki başka yerimize koyacağımızdan endişe etmiş olacak ki: ‘Cebinize koyun! ’, diye de akıl vermişti. Allah ondan razi olsun!
Bizim öğretmenler de elleriyle sıranın üzerinden avuçlayıp, hatta kapma yarışına girip leblebi şekerlerini emre uyarak ceplerine doldurmuşlardı. Akıllı olanlar da pantolonunun yan cebini açıp içine doldurtmuştu. Öğretmenler günü merasiminden çıkan bizleri görmeliydin, hepimizin yancepleri ingiliz pantalunu giymiş seyisler gibi şiş şiş, yanlarında sallanıyordu.
24 Kasım gününde meyhanede kutlama yapan arkadaşlara eşlik eden kaymakamın, laf ilerleyip, aradan mesafe kalkınca: ‘Öğretmende kim ulan ben her gece bir öğretmen sseviyorum (aslında seviyorum değil ama eşek değilsiniz ya anlayın artık...) Deyince:
Vaay, sen misin bunu diyen! Kafalarda iyi ya. Yiğitlikleri de üstünde. Önünde kebap; masada rakı. Hesabı da bir köy angudu ödeyecek olunca, dişler gıcır gıcır. Kafalar da çakır hani. Bizim erkekeler kaymakam beyin üzerine yürümüş.
Nasıl bilmez bilmem ki koskoca kaymakam malının ne olduğunu!
Kaymakamda: ‘Durun ulan yanlış anladınız
Benim karım öğretmen! ’ demiş. Öyle ya, karısı öğretmen adamın. Karısı değil mi! ? Çiftliği değil mi sürerde, eker de biçerde. Her gece her şeyi yapabilir. Üstelik mevki, makam; kelle kulak... Kim ne diyebilir! İş tatlıya bağlanmakla kalmamış, kıyak olsun diye hepsine birer duble de rakı ısmarlamış.
Aslında yanlış yapmış. Yetkin var nasıl olsa. Atatürk öleli beri,öğretmenin kilosu kaç para? Ben olsam sabaha kadar nezarette yatırırdım. Sabah da Atatürk’e saygı duruşundan sonra, öğretmen marşı eşliğinde,ilçede mıntıka temizliği yaptırırdım. O zaman, bu ülkenin velileri sana ömür boyu dua ederdi. Ama nerdeee… o yürek.
Gider benim gibi bir anguta; okul kooperatifi, 1 tl(Bir kurşunkalem parasıydı o zamanlar) açık verdi diye soruşturma açarlar. Ne yaptın bu parayı, diye sorarlar. Bir kat bir yat, bir yazlık aldım. diye savunmanı yapınca da: ulan benimle dalga mı geçiyorsun? diye makamlarının ağırlığınca çökerler üzerine. Aslında açık bahane, sebebi belli; 23 Nisan da köyde toplumsal bir piyes sergilemiş olmak.. Nazım Hikmetin Kurtuluş Savaşı Destanıyla şehirde şiir yarışmasına girmiş olmak. Eee bir de birinci olursa öğrencilerin... Katlin helal olur bu yüce, ulvi, millet için...
Sahi 24 kasımda bir telşatır alır öğretmenleri nedense. Düğün değil, bayram değil; eniştem beni niye öptü, misali; senin neyine gerek bilmem neyin günü, yılı! ? Allahın Sümerbank picamalı, tercüman gazeteli, 657 lisi... Neyi kutluyorsun ki. Bu günde atılan nutukları mı? Bazı sendikalı arkadaşlarının sürgününü mü, yoksa yediği copları mı? Hiç bir şey bilmiyorsan kıçını kır otur evinde çekirdek çitle.
.
Altı arkadaş belediyenin misafirhanesini cebren ve hile ile işgal etmişiz., birlikte kalıyoruz o zamanlar.
Dışarda bi kıyamet bir hangırtı, bir tangırtı…
Pencereden baktım ki bizim kaymakamın sarhoşları, minübüsten iniyorlar. Ama inen cumburlop suya.
O gece müthiş bir yağmur yağmıştı. Ve belediye altyapı çalışması yapıyordu. Minibüsün durduğu yerde, tam da kapı ağzında bir metre derinliğinde yol boyunca lagım çukuru vardı. İnen cumburlop suyun içine içinde. Minübüsçü haytanın biriydi. Bilmem bilerek mi durdu orada. Kafa da iyi ya ancak ayıldılar. O gece ‘Nam saldılar düşman içinde! ’ bizim eğitim ordusu.
Sonra ne mi oldu dersiniz? Yarısı sağcı, yarısı solcu sabaha kadar vatan kurtardılar.
Ama işte kurtardığımız vatan… elin oğlunun önünde lök gibi diz çökmüş; ‘Bir türk dünyaya bedeldir! ’ diye diye; Tekeli morris efendiye, pttyi bilmem ne efendiye,... altın yumurtlayan tavuklarımızı kestik. Yani, gitti tekel tütün, attık üstümüzden yükü büsbütün. Şimdi, Vaşinton kabe, Brüksel kıble; Ben vatanımı pazarlıyorum! diyen oynak pardon oymakbaşımızla övünüp duruyoruz.
Karımızın donu bile ithalken; sakızın oruç bozup bozmadığıyla meşguluz.
Atatürkün İran olmayacağız! ’ dediği o, İran bile daha onurlu, dik duruyor emperyalizmin önünde.
O zaman eski sağcı (bazılarına göre ’dönek’) yeni solcu (bazılarına göre ‘mit ajanı) olan zavallı ben; o gece ise onların gözünde asosyaldim.. Çünki kalıp okumaya çalışmıştım.
24 kasım hep bana o sopayı, leblebi şekerini, bir de asosyalliğimi hatırlatıyor nedense..
24 kasım törenlerinden, ziyafetlerinden hep kaçtım ondan sonra..O dirgeni yiyen sıpa, daha gelir mi sapa. Gider miyim hiç...
Allahtan umut kesilmez
Devri zamanında, öğretmeni protokolde ikinci sıraya koyan Başöğretmen Maraşal Gazi Mustafa Kemel Atatürk’e ve bu ülkenin örgütlü, namuslu yurt sevgisiyle çarpan öğretmenlerine selam olsun.
ÜLKEMDE SEÇİM VAR
Adını söylemeyeyim, güneyde bir köyde çalışıyorum. Köy şehre on- on beş km. Her yarım saate minibüs var. Köyde üç öğretmen kalıyoruz. Diğerleri şehre gidiş geliş yapıyor. Muhtarlık seçimi zamanı.
Adını da soyadını da bir hayvandan alan hâlihazırdaki muhtar adeta ekibiyle adına yaraşır bir krallık ilan etmiş köyde. İnsan değil, hizbuşşeytan. Elinde bir dosya, üzerinde en az on puntoluk harflerle VATAN BÖLÜNMEZ, EZAN SUSMAZ. Cami badana edilecek bir salma köye, herkes yüz elli milyon verecek. Su borusu patlamış hemen bir karar çıkarılır, herkes yüz milyon verecek. Oysa sadece yüz milyona yapılır. Köy, büyük bir köy. Yüz milyonu en az üç yüz haneyle çarpın, görürsünüz bir köy için haracın ne olduğunu.Kimse soramaz bu para nereye gider.
12 Eylül geride kalmış ama köylü kendi eliyle muhtar seçerim diye başına NEMRUT U BELA etmiş.
Okul pardon dilim sürçtü -, okula kim bakar, okulda ne! , okul harabe gibi; sıralar 1940lardan kalma, dört tahtayı çakmışlar adına sıra demişler; her tarafı kırık dökük. Pencereler kapılar çürümüş, zeminde köpek yatağı gibi çukurlar oluşmuş. Suyu köydeki bir cemaat yurdundan parayla satın alıyoruz.. En ilginci ne biliyor musunuz? Lojmana 40 biriketle bir tuvalet yapmışlar. Her gelen: Hoca bu tuvaleti ben yaptım diyor. Allahım ne zormuş şu minnet borcu, öde öde bitmiyor... - Yurt adeta saray yavrusu, her taraf lambri, kaloriferle ısınıyorlar. Tuvalet banyo boydan boya fayans. Dedim: Hocam, bir devletin okuluna, bir de sizin okula baktım da; şaşırdım doğrusu, bu değirmenin suyu neden geliyor, kim finanse ediyor s? Allah verir. Yeter ki sen halkla değil, Allahla bir ol.
Köyde okey oynamak, içki içmek yasak. Akşam olunca köy boşalır. Yakın köylere muhtar da dahil oyun oynamaya giderler. Sabaha karşı gelirler, çoğuda sarhoştur üstelik. Yengeç yibi yampiri yampiri, zik zak çizerek yürüyüşlerinden, karanlıkta bile bellidir sarhoşlukları.. Allah kadınlarına Eyüp sabrı versin gayrı..
Hassas konu. Madem oynayacaksınız; bari paranız köyünüzde kalsın diyemezsin. Benim derdim çocuklar. Babaları gündüz işte, gece altı km ötedeki kahvede. Babalarına hasretler. Dedelerini babaları sanıyor küçükler.
Kadınların işi iyiden kel. Hayvanları yemle, inekleri sağ, çocukları yemekle. Yama, dikiş; bir de yarı uykundan kalk herifini karşıla, nefsini körle.. Yani köyde kadın olacağına, sütlü bir inek ol, daha iyi. Sütünü sağarlar ama hiç olmazsa yemini samanını eksik etmezler. Hastalansan baytara götürürler. Kadının değeri kaç lira! ?
Köyde su yok. Sondajla su çıkarıp köye dağıtmışlar. Ancak kuyunun biraz altına da cemaat yurdu kuyu vurunca, köyün suyu kurumuş. Kimse bir şey diyemiyor. Başlarına Allah tarafından bir musibet geleceğinden korkuyorlar. Ben bazı şeyleri değiştirmeye çalıştım; anamdan emdiğim süt burnumdan geldi. Amma Allah tarafından değil. Rabbül Alemin beni çok sever biliyorum. Köylü tarafından. Şimdi suyu yurttan tanker hesabı parayla alıyorlar. Ben de parayla alıyorum. 1994 yılının parasıyla tankeri yani bir buçuk iki tonu 10 lira.
Yanıma geldiklerinde bir dinle, bin ah işit, ama nedense sindirilmiş.
Gıkları çıkmıyor.
Üç yüz dört yüz hane, iki bin küsür nüfuslu köyde üç lise mezunu ve bir öğretmen var. O da yıllar evvelden kalmış bir eğitimci.
Allah var çok güzel bir cami yaptırmış muhtar. Sultanahmet’ten görkemli. Ayrıca iki de mescidi var. Din iman tamam sizin anlayacağınız.
Dedim ya köyde seçim var. Ben sandık kurulu başkanıyım. Üç aday çıktı. Biri eski muhtar, Karşısında Mustafa diye birisi.
Köyde İlhami adında bir şahıs var. Dürüst mü dürüst. Namazında niyazında birisi. Çok kitap okur. Bizlerle konuşur tartışır; daha çok dinleyicidir. Günlük gazeteleri mutlaka okur.
Biz öğretmenler İlhami’ye: Bak herkes menmun olmadığını söylüyor. Sen de aday ol, bunların karşısında sen kazanırsın. Hiç olmazsa okula felan faydan olur dedik. Diğer öğretmenler de aynı şeyi telkin etti felan derken cebren ve hile ile de olsa, gönülsüz gönülsüz İlhami de aday oldu. Ama muhtar biliyor bizden oy alamayacağını. Çünki ben gelmeden köye haberim gelmiş. Daha ilk günden okulun durumundan dolayı tartıştık. Köylüyü yanına alabilmek için beni siyasi yapımdan dolayı tehdit etti. Bana karşı soğuk duruyor. Nasıl soğuk olmasın; adamdan 1994 ün parasıyla 9 milyarlık bütçenin okula harcaması gereken yıllık 900 milyonun hesabını soruyoruz.
Mustafa mı: Onun da muhtardan farkı yok. Hani bir Arnavut fıkrası vardır: Adamın biri Arnavut’a kızgınlıkla ‘Git ordan ulan gavat! ’ demiş de; Arnavut anlamayınca adama ‘Gavat ne demek’ diye sormuş. Adamda bakar ki Arnavut çam yarması gibi bir şey. Korkusundan tehlikenin farkına varır: ‘Yiğit, kahraman, çalışkan demektir.’ Demiş. Arnavut’un bu övgü karşısında omuzları kabarmış ve adama: ‘Sana bir şey deyim mi usta? Benim aga, benden daha da gavat. Hele bir rahmetli babam vardı ki, belkide gavatlıokta şu memlekette en birinci gavattı. Demekki gavatlığımız ona çekmiş.’ demiş. Velhasıl, hâlihazırdaki muhtarla, Mustafa’nın ikisi de Arnavut’un dediği gibi. Biri birinden beter. Ama Mustafa oldukça varlıklı.
Seçim arifesindeyiz.Akşamüzeri kahvede toplanmışız. Muhtarlık yarışı tam kızışmış.
Biz öğretmenler kahvenin bir köşesine oturmuşuz hem gazete okuyoruz, hem de muhtar adaylarının atışmasını izliyoruz ibretle.
Bakmayın siz köylünün saf olur diye adının çıktığına. İnsanları biri birine tutuşturmayı çok severler. Hele bir dillerine düşmeye gör.
Yandın. Ama senle bir işleri varsa dünyanın en mülayim adamı pozundadırlar. Tabi böyle bir genelleme yapmak yanlış olur. İçlerinde İlhami gibileri de var.
İlhami gelip yanımıza oturdu. Gazeteleri okuyor. Derken köylüler Muhtarla Mustafa’yı, biri birine öyle bir düşürdüler ki: Ağızlarından çıkanı kulakları duymuyor. Derken başladılar belden aşağı vurmaya.
Bizim hayvandan ad alan muhtar efendi, Mustafanın yakasına yapışıp: Sen kimsin ulan! Köyde ki (Şey yaptığım) kadınlar bana oy verse yeter! diye rakibinin üzerine yürümez mi? Köylü adete gülmekten kırılıyor. Kimse nin aklına gelmiyor bu yüzde ellinin içinde benim avratta vr mı, diye. Eh ismini söylemediğine göre herhalde yoktur canım...
Ben İlhaminin dizine vurup:
-Tamam, İlhami; muhtar saf dışı, kendi kendini harcadı..
-Yok hoca sen bu köylü milletini tanımıyorsun
-Tanıması mı var be kardeş. Adamım propagandasına bak sana. Düpedüz ben köydeki kadınları becerdim, diyor.
-Öyle mi sanıyorsun. Bak göreceksin Yarın yine muhtar bu pzv... hepimize dört katlayacak..
Neyse ertesi gün sandıklar açıldı. Sayım başladı.
Köylü neler koymamış ki zarfın içine. Ben eski muhtarı anasını…’ diye başlayan küfürler. ‘Felenın karısına şunu yaptı’ diye yazanlar.
Mübarek sanki seçim sandığı değil dilek sandığı.. Herkes içinde ne varsa muhtar diye onu yazıp koymuş. Ben işi şova sokmuşum. Her yazıyı sesli okudukça, sanırsın ki köylü M. Ali Erbilin şovunu izliyor. Muhatabı olmayanlar gülmekten yıkılıyor. Hele de belden aşağı laflara. İşin garibi bu yazıyı yazanların bir çoğu İlhaminin veya Mustafanın adamı. Tabi ki OY İPTAL:
Sonuç ne oldu dersiniz? Bizim aday oyun yüzde yirmisini, Mustafa, yüzde yirmi beşini; muhtar, yüzde elli beşini alarak tekrar seçildi. Hem de iki cami, bir mescit, bir de kuran kursu olan köyde. Hem de ben hepinizin karısını becerdim diye açık açık ilan ettiği halde. propagandada kullandığı halde.
Muhtar cumhurbaşkanı seçilmişcesine ayağa kalktı ve bana Aldın mı, ya…ğımın öğretmeni der gibi:
-Nasıl hoca? dedi
Ne diyebilirsin, yıkılmıştık. Bozuntuya vermemek için ki zaten yenilmeye alışmışız hayatımız boyunca. Tuttuğumuz takım Beşiktaş, siyasi yapımız emekten, emekçiden, köylüden, yurdumun ezileninden yana, üstüne üstlük birde öğretmensin. Hadınsın; Ne küfredebilirsin ağız dolusu, ne ah edebilirsin.
Bu ülkede acı çekmek istemiyorsan Beşiktaşlı bir de solcu olmayacaksın. Bir sütlü inek ol daha güzel yaşarsın. Hiç olmazsa sağarlar ama bari yemini de verirler. Oysa sağılmışız yıllarca. Hem de milletçe sağılmışız ama inek kadar sevilmedik hiç. Hep dövülerek hırpalanarak sağıldık. Oda yetmedi işkenceler, hapisler, o da yetmedi kimimizi sürdüler, kimimiz faili meçhullere karıştık.
Öyle sebepsiz kaybolanlara bizim köyde evliyaya karıştı derler. Kim bilir belki de o kaybolanlar evliyaydı da haberimiz yok.
-Ne diyeyim muhtar, beline kuvvet. Ama bir sorum var. Oyun yüzde altmışını aldın. Tebrik ederim. Bunun yarısı kadın anladık, şu geriye kalanlar kim ulan, bana asıl onlar lazım.
Ama köylü mest oluyor, bir gülüşme, bir kahkaha ki sorma. Nasıl mest olmasın, adayları, karılarının kırığı kazanmış. Bundan iyi mutluluk mu olur.
Kim demiş: ‘Türk köylüsü espriden anlamaz! ’ diye
Atatürk boşuna dememiş Köylü, milletin efendisidir!
Hani Bektaşi ilk defa dalında zeytin görmüş.; Hani, zeytin ağacından tüm kutsal kitaplar söz eder. Tevrat ve İncil’de; Kuran’da Nahl suresinde cennet meyvesidir diye bahseder ya..
Bismillahirrahmanirrahim
‘İncire ve zeytine, Sina dağına, bu emin beldeye yemin olsun ki,....... (Tin,1-4)
Allah, göklerin ve yerin nurudur...; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) Nur üstüne nurdur....
. (Nur Suresi, ‘Allah sizin için ekinler, zeytinlikler, hurmalıklar, üzüm bağları ve envai çeşit meyveler yetiştirdi’ (Nahl, 11) .
Bektaşi Tanrının övdüğü meyve diye şöyle bir tadına bakmış.. Ama zehir zıkkım gibi acı ki ne acı... Baba erenler şaşırmış tabii.
-Bire Tanrım, sen bunun tadına baktın da mı söylediin, yoksa birinden mi duydun.
Sanırım Atamız da hiç köylü görmemiş veya o zaman köylü efendiymiş.
Onu bunu bilemem ama çalıştığım bütün köylerin muhtarının uçkuru gevşekti nedense. Galiba kaleyi içten fet ediyorlar.
Köyün birinde de muhtar, gece saat on ikide, bir yerde birini beklerken yakalanmış, Ne yapıyordun, diye sorduklarında:’Benim arı oğul verecek, kaçmasın diye onu bekliyordum.’ dediydi. Arılar, gecenin yarısında oğul vermeyecek kadar akıllı ama köylüler bunu bilemeyecek kadar akıllı mıydı bilmem.
Haa o muhtar 15 yıldır muhtarlığa devem ediyor.. Yalnız partisi değişmiş şimdi. Bir kaç yıl sonra köye gittim. Cemaale namaz kıldık. Ardından hoca efendi, bir duaya başlamaz mı: Muhtar.... efendinin sakalı hayırlı ola.... Dua uzar da uzar. biteceği yok. Kara bahtım, kör talihim, Vay benim başıma gelenler!
Sanırım her kılına karşılık bir sure okudu. Allah sakalını vatana, millete, ümmeti Müslüman’a hayırlı kılsın… (Eamiiin)
Haa lise sonda üniversite sınavını kazananların, okulda şu derece yapanların yarısı, o ahlaktan ikmale kalanlardı. Kimisi de on iki eylülde idamla yargılandı, örgütçü olarak. Mamak ceza evinden tünel kazıp kaçanların lideriydi birisi. Mesela Ali Çam arkadaş, Çok yoksul olmasına, annesinin amelelik parasıyla okumasına rağmen liseyi birinci veye ikinci olarak bitirdi. Hangi okul bilmiyorum ama ya ODTÜ veye Hacettepede okurken, On İki Eylülde aşırı solculuktan içeri alındı ve Mamak ceza evinden yirmi otuz arkadaşıyla beraber tünel kazıp kaçmışlar. Tabi M. Ali Ağca gibi dayıları yoktu garibanların ki ellerini kollarını sallayarak kaçabilsinler. Oysa onlar hiç bir öldürme vb olaylara karışmamışlardı. Şimdi yurt dışında yaşıyor. Allahtan ki solculuğun içini boşaltıp şimdi serbest bıraktılar solcu olmayı! Bu serbestlik de birilerine yaradı galiba. durum onu gösteriyor.
O zaman Aliye sordum. Sen niye solcu oldun, diye de,şu cevabı verince tokat yemiş gibi oldum.
- Annem kırk yaşında apentisitten öldü. Çünkü annemi tedavi ettirecek para bulamadık.
Annesi annemin teyzekızıydı. Çok zeki çocuklardı. Her sene takdirleri vardı. Abisi de Anamur Lisesinde ilk öğretmen döverek okuldan atılan öğrenci. Anamurdan Silifkeye sürüldü. Okulun bitmesine çok az bir zaman var. On dokuz Mayıs gösterilerine hazırlanıyoruz. Bedeneğitimi öğretmeni tutturmuş illaki spor ayakkabı alacaksınız diye. Öğrencilerin çoğunun günlük ayakkabısı yok ki spor aykkabısı alabilsin. Bizim köylü öksüz yetim birisini o kadar öğrencinin içinde dövünce Mustafa abi dur mur dese de
öğretmen durmak bilmiyor, vur allah vur. O zamanlar Anamurluların bizim köylüye karşı antipatisi vardı.
Hatta Kıbrıs harbinde Dere köylüyü Rumlardan yana sanıyorlardı. Çocuk babasına sormuş:
-Baba dereliler bizden yana mı Rumlardan yana mı?
-Bizden yana oğlum.
-Tamam, öyleyse kesin Rum gavurunu biz kesin yeneriz.
Sebebi de o yıllarda ne olduysa, bizim ve yakın köylerde iki üç sene de kırk elli adam öldürdüler. Kaynanasına kızan gelin kaynanasını, köpeğine kızan komşusunu vurdu. Kadının kızın çoluğun çocuğun arkasında bir ondörtlü sarkmaya başladı.
Ama bana göre suç nohutta. Nasıl olur demeyin. O yıllar da nohut çok para etti. Sanırım kilosu bugünkü parayla üç dört dolar. Ömründe üç kuruşu bir arada göremeyen köylü biraz para yüzü görünce yaza çıkmış danalara döndüler. Çünki baharın yağışlı, hasılatın çok olduğu dönemlerde ölümler daha fazla oluyordu.
Köy bir senede boşaldı. Kimi Anamur’a, kimi Mersine, Kimi de Bozyazı’ya göçtü. Onun için hem korkarlar hem de sevmezlerdi. Bu yıllarca sürdü.
Bir keresinde paramla tatlı bile vermedi tatlıcı namussuzu. Anamur’un Kürt’üyüz o zamanlar. Hani şu Toros Canavarı var ya. Babasını dokuz yaşında öldürüp dokuz sene yattı çıktı. Çıkınca da babasını kim vur demişse anasını, dayısını, anneannesini, öküzünü, camızını, kedisini, köpeğini hepsini temizledi. Yıllarca köylü dağda sakladı, vermedi jandarmaya. Birisi, sekiz, bir başkası on mu on iki mi kişiyi vurdu.
Birer ikişer vurulanlar hariç. İşte onun için kasabanın hepsi bize tavır almış. Yalnız bulsalar hemen başımıza çullanıyorlar. Onun için kış kurtları gibi hep birlikte gezeriz. Allahtan ki iyi taş atıyoruz. Şehirliler taştan anlamıyor. Bizimki kurşundan beter.Mermimiz de bitmiyor.. Sapanımızı kendimiz öreriz keçi kılından. Kuşu gözünden, tavşanı dizinden vururuz taşla. Her birimiz beş yaşında başlamışız keçi gütmeye, çobanlığa.
Neyse sözü uzatmayalım beden hocası köye de hakarete başlayınca ne oldu bilmiyorum, Mustafa abi hocaya bir kere vurunca hocanın ağzı burnu birbirine karıştı. Şorul şorul kan akıyor. Hoca bayıldı. Mustafa da Silifkeye sürüldü. Orada da bitirme sınavlarında birinci ama sicili bozuk. Neyse,o sene tıpı kazandı, Şimdi Adanada doktor. On İki Eylüden o da aldı nasibini.4-5 sene içerde yattı. Suçu saz çalmak pardon solcu olmak. İşkence gördü. Sanırım berat etti ama devlette görev alamadı. Özel çalışıyor ve fakirlere muayene beleş, Adana kebap da yanında promosyon veriyormuş. Herkes seviyor.
Kardeşi Ali de mahpustan kaçınca İsviçre’ye gitti. Galiba şimdi doğu Avrupa ülkelerinin birinde domuz çiftliği var. ODTÜ elektrik mühendisliğinde okuyordu, bitirip bitirmediğini bilmiyorum. Sanırım bitiremeden içeri almışlardı.
Şu bizim köylülere şaşırmışımdır hep. Hayatı, yoksulluğu birde ölümü türkü söyleyerek karşılarlar. Öyle yaşamları var ki karadeniz fıkralarına taş çıkartırlar. Bakmayın öyle vahşiliklerine. Haksızlığa, tahakküme tahammülleri yok; eğilmek nedir bilmezler de ondan.
Her şeyde bir hayır vardır derler hani. O vahşeti gören ana babalarımız, çocuk okutma yarışına girdi. O köyden iki yüz öğretmen, iki yüz elli üç yüz başka meslek gurubu, on beş yirmi doktor hakim vs. çıktı şimdi. Çok şükür okumuş yazmış idamlık mahkûmdan, başbakan danışmanına kadar adamımız! var. Pek adi mahkûm çıkmaz bizim köyden eskisi gibi. Genelde kaliteli mahkûm olunca aftan yararlanamadılar.
Lise ve üstü okuyan yüzde doksan beş desem abartı olmaz. Müsteşar, Başbakan danışanı felen oldu da henüz millet vekili çıkaramadık. O içimizde dert. Sanırım giden Kamer GENÇ tarzında olur.
Bir şey daha Türkiye’nin birçok şehriyle akrabayız şimdi. Mesela benim,dört eniştemin her biri başka şehirden. Tesadüf bu ya üçünün adı da Mustafa: Birinin ki de Muhammet Mustafa. Benim eşim de Antepli.
KÖYÜM GURBET
GURBET YURDUM OLMUŞ
GELEMEM GAYRI
Köyün gurbet olmuş dönemem gayrı
Gurbet sılam olmuş gelemem gayrı
Bu hali gördüm ya gülemem gayrı
Yüreğim dayanmaz özü kalmamış
Elvan elvan kokar idi mor dağlar
Çevliği yıkılmış bozulmuş bağlar
Elleri koynunda kalmış da ağlar
Kalanların tadı tuzu kalmamış
Yaylasında koyun kuzu melerdi
Ayva çiçek açar bülbül öterdi
Lale sümbül mor menekşeler biterdi
Koyunlu kuzulu yazı kalmamış
Bülbül öter idi tanda seherde
Söğütler burçlanır idi baharda
Hani güzellerin göçtüğü yerde
Yaylasında koyun kuzu kalmamış
Herkes birbirinin yükün bölerdi
Gece gündüz hayır dua dilerdi
Kadınlar damlarda bulgur elerdi
Değirmen yıkılmış taşı kalmamış
Haneler yıkılmış olmuş virane
Giden gitmiş kalan sanki divane
Guguk öter de tuz basar yarana
Kırılmış telleri sazı kalmamış
Şurası okuldu evim şurası
Yürekte duruyor yârin yarası
Adını yazdığım kömür karası
Aradım taradım izi kalmamış
Çiğdemler açıyor aynı menevşe
Kahrından çürümüş o koca meşe
Yol aynı yol ama kalmamış neşe
Gelip giden gelin kızı kalmamış
Bahar ile kör dereler çağlardı
Taşların dibinden sular ağlardı
Güzeller önünde başın bağlardı
Pınarlar kurumuş gözü kalmamış
Mezar taşlarının boynu bükülmüş
Kimisi kaybolmuş kimi dökülmüş
Türküler susmuş da yakım yakılmış
Gayrı söyleyecek sözü kalmamış
Bacalar yıkılmış tütmez dumanı
Ne ağılı kalmış ne de harmanı
Şurda yatan kırk yiğidin cananı
Susmuş şeyda bülbül dili kalmamış
Değirmenin suyu çağlıyor yine
Köprüsü köyleri bağlıyor yine
Dilkiciğin suyu ağlıyor yine
Emminin dayının tozu kalmamış
Büyük sürü küçük oğlak güderdi
Üç nesil birlikte bayram ederdi
Dede torun aynı yoldan giderdi
O düzen dağılmış birlik kalmamış
Yaylasında koyun kuzu melerdi
Keklikler öter de bağrım delerdi
Yoksul olunsa da herkes gülerdi
Ağlaya ağlaya gözü kalmamış
Utan bire kıraç toprak sen utan
Hiç huzur görmedi şurada yatan
Senin kızın idi kendini satan
Gayrı bakılacak yüzü kalmamış
Eğil sumak dağı utan da eğil
İnsanlığı öldü paraya meyil
Giden gelir ama eskisi değil
Gidenlerin doğru düzü kalmamış
Gayrı ağlayacak gözü kalmamış
Mahmut NAZİK 14.09.2007 Mersin
HOYRAT VURMUŞ KÖYÜ
YOLLAR PERİŞAN
Guguklar ötünce açar söğütler
Gocalar oturup genci öğütler
Türküler susmuş da yanar ağıtlar
Hoyrat vurmuş köyü yollar perişan
Bebeği beler sallama beşiğe
Ana yürür baba biner eşeğe
Konu komşu gideridi keşiğe
Keşik unutulmuş bağlar perişan
İnlik çınlık basmaz olmuş eşiğe
Bunlar dert olmaz mı seven aşığa
Yiğitler muhtaç olmuşta düşüğe
Kalmış taş başında ağlar perişan
Eskiler kalmamış göçüp gitmişler
Yalayıp yaşamı geçip gitmişler
İyi kötü yolu geçip gitmişler
Bir tahtası kalmış sallar perişan
Kördikene bakıp bilir zamanı
Gün vurunca olur öğle zamanı
Taşa tutun bu yazıyı yazanı
Beter olsun kader kullar perişan
Koca köyde üç beş ihtiyar kalmış
Bentler yıkılmış bükleri sel almış
O koca çınarda birkaç dal kalmış
Çürümüş gövdesi dallar perişan
Yiğitler gezerdi kara sevdalı
Güzelleri vardı eli kınalı
Haydi söyler gençler kara sevdalı
Kimi Kerem oldu kimi de Aslı
Haydi’si kalmış da Aslı perişan
(Ay doğar bacaya bağdaş kurardı)
Bedir ay bacaya bağdaş kurardı
Şavkı vurup yolu beli sarardı
Ayna gibi gökten yıldız yağardı
Yıldızlarda hüzün yeller perişan
Bahar ile burada kuşlar uçardı
Başımızdan kavak yeli geçerdi
Laleler sümbüller güller açardı
Hoyrat vurmuş bağı güller perişan
Ülker’le kalkar da evin gelini
Tarabulus kuşak sarar belini
Kınalar elini tatlar dilini
Kınası solmuş da eller perişan
Kime ne ettik ki bu kimin ahtı
Kapanmış talihi bağlanmış bahtı
Viraneler imiş baykuşun tahtı
Kervan geçmez olmuş beller perişan
M. NAZİK 14.09.2007
t
BU ŞEHİR HASRET GÜLÜM
Bu şehir hasret gülüm
Herkese gurbet gülüm
Kardeş rakip kardeşe
Kollanır fırsat gülüm
Ölüler gelmiş geri
Sanırsın mahşer yeri
Para verir emiri
Böyle rezalet gülüm
Bir hengâme bir yarış
Herkes koşar pür telaş
Korku kuşku bir dalaş
Sevdaya zahmet gülüm
Yıldız mı var ay mı var
Bilmeyiz nerden doğar
Aslan sürüye uyar
İnsana ibret gülüm
Gönül ister dağları
Işkın açmış bağları
Kıramıyom ağları
Çekeriz hasret gülüm
Rol gereği gülüşler
Kâbusa döner düşler
Zorla geliş gidişler
Gözlerde nefret gülüm
Kurt salınmış yazıya
Gemi almış azıya
Bakmaz kimdir kuzuya
Zalimde kudret gülüm
Herkes kollar ardını
Anlatamaz derdini
Kendi yapar kurdunu
Bu gidiş berbat gülüm
Bakışlar derki güzüm
Hani gözdeki üzüm
Yüzlere konmuş hüzün
Dersin ki hayret gülüm
Bir kere kaçmış ucu
Bilmem ki kimin suçu
Dolaşmış yarin saçı
sevda ihanet gülüm
Bahar yok açsın lale
Mecnun yok sevsin Leyla
Sevgi yok gülsün dünya
Sevdanı beklet gülüm
Gerçek değil rüyanız
Sizin olsun riyanız
Işıltılı dünyanız
Gidersem affet gülüm
Mahmut NAZİK 01.06.2003 MERSİN
ANILAR ANILAR,
SALINCAKTA SALLANIRLAR
Yıl 2003, Aralık ayındayız. Galiba son günleriydi. Hastahaneye bir hasta ziyaretine gitmişim. Bir öğrenci velim takıldı gözüme. Ama nedense beni görmezden geldi ve kaçar gibi iki büklüm,arka bahçeye doğru uzaklaştı. Evde inşaat vardı. Usta gerekti. Birde öğrencimin son günlerde performansı düştü. Hem öğrenci hakkında konuşuruz hem de işi yoksa çalışır diye ardından gittim.
Bir de ne göreyim; usta bir banka oturmuş, o koca adam hüngür hüngür ağlıyordu. Üstümden soğuk terler boşandı.
-Geçmiş olsun usta, ne oldu, çocuklara bir şey mi oldu, diye sordum.
-Yok hocam, çocuklar iyi çok şükür. dedi.
-Yenge hanım mı hasta?
-O da iyi hocam, hastam yok, sinirlerim bozuldu sadece.
Bir seksen boyunda, bıyıklarından adam assan asılır, o kara yağız delikanlı gitmiş; yerine çöpe atılmış kese kağıdı gibi birisi gelmişti. Buram buram ter içindeydi.
-Usta, derdini söylemeyen derman bulamaz; hem dertler paylaştıkça azalır derler, söyle hele sen sinirlerini bozan şey ne? Bak hastane bahçesindeyiz üstelik, istersen bir psikologa görün.
-Hocam üstüme varma, benim psikologluk bir işim yok hem.....
Söylenecek zaman değildi ama konuyu değiştirmek, hem de anlatacaklarına bir başlangıç olsun diye:
-Yarın boş musun usta, benim bir iki haftalık bir iş var; evin üstüne kırma çatı yapılacak, dedim.
Ustanın birden yüzü açıldı. O kadar belliydi ki, hani gökte bir bulut geçer güneşin ününden; önünüzdeki topraktan görürüsünüz bulutun geçişini; hani soğuk bir kış günü dışarıdan gelip çıtır çıtır yanan sobanın başına 0turursunuz, mosmor kesilen ellerinizi sobaya uzatırsınız, ellerinizin yavaş yavaş kızarıp, pembeleştiğini izlersiniz. İşte öyle belirgindi ustadaki değişim. Gözünüz bakarken, bıyıklarının, ağzının şekli, renginin nasıl değiştiğini izleyebiliyordunuz. Gözlerinden siyim siyim yaş süzülmeye başladı. Ama üzülmüyorsunuz bu yaşlara. Hissediyorsunuz ki bu yaşların kokusu başka.
Gurbet yolu bekleyen annenin, doktor bekleyen ağır bir hastanın mutlu bir haberi almışlığının tadı, rengi var bu yaşta, bu yüzde. Neden olduğunu bilmezsiniz ama sarılıp beraber ağlamak gelir içiniziden...
-Ustam, ben eve gidiyorum istersen sen de gel.
-Tamam hocam, geliyorum; ben de eve gidecektim zaten.
Yolda:
-Yahu usta sende bir hal var; Allah aşkına ne oldu, Tabi sen bilirsin, istemezsen de anlatma.
-Hoca, seni var ya Allah gönderdi bu gün. Hızır diye bir şey varsa O, sen olmalısın her hal.
-Hayırdır yahu, haşa ne hızırı, ben olsam olsam hınzır olabilirim.
-Tam yedi aydır işsizim hocam, birgün olsun iş bulup da çalışamadım. Geceleri herkes yatınca mahallenin çöpünü karıştırıyorum. Borç alabileceğim kimse kalmadı. Yengem beni evden kovdu. Bizim mahalleyi bilirsin kibirlerinden yanlarına varılmıyor. Burunları ekin iti gibi, selam versen Allahın selamını bile almıyorlar. Geçenlerde bir komşu geldi; benim çatma, villalarının; çocuklarım da kendilerinin göz estetiklerini bozuyormuş. Gitmeliymişim mahalleden. Madem yaptıracak param yokmuş niye almışım ki, işte öyle dedi.
Bu gece yağmur yağdı çöplerde de bir şey yoktu. Yağmur bütün ekmek artıklarını berbat etmişti. Sabah kalktım çocuklar aç. Ne un, ne bulgur, bizim evi fareler bile terk etti. Hanım bir gün temizliğe gitti, şerefsiz adam sarkıntılık etmeye kalkmış. Namazı bile terk ettim Allaha isyanımdan. Canıma tak etmişti artık. Bu sabah hastanenin önünde niye dolaşıyordum biliyor musun?
-Anladım, dedim..
-Bakalım anlamış mısın. Birilerini soyacaktım. Seni görünce oğlumu düşündüm, oğlumun öğretmeniydin, utandım, yer delinse içine girecektim. Beş dakika daha gelmeseydin, kendimi öldürebilirdim...........
Usta şimdi Kıbrısta çalışıyor. Rum kesimi daha iyi para veriyormuş.Türkiye’deki yevmiyenin yedi katı alıyorum hocam. diyor. Ama herkesi geçirmiyorlarmış, yalnız Kıbrıs doğumlu olanlar geçebiliyormuş.
Oğlu, ilköğretimi bitirdi, Anadolu lisesini kazandı. Dersane felan görmeden hem de.
Bu son parağrafı yazmamalıydım ama yinede sizleri üzmek istemedim. Trenden mutlu inin dedim hani. Yalnız bu olay uydurma felan değil, gerçek.
Bir gün yolunuz, bir şehrin bir semtinde, villalarınarasında; üstü çinko olduğu için ağustos sıcağının kavurduğu, kış soğuklarının içeriye olduğu gibi vurduğu sığıntı gibi bir yuva! göreceksiniz. İşte o ev ustamın evidir..
Ola ki önünde konuşurken ağlamaklı, utangaç, esmer bir anne ile civciv gibi yeri eşeleyen iki çocuk olabilir. Sizi içeri buyur etmemişse, ya sizden utanmış veya ne diyeceğini bilememişliğindendir. Rahatsız bir görünümü varsa alınmayın. Yabaniliğinden değil, sizden veya kendi durumundan utandığı için değilse; aldığı terbiyenin gereğidir.
Bu yazdığımı usta bilse, eminim ki yolumu keser. O kadar da onurlu, bir okadar gururlu...
Aklım erdi ereli, bizim seçilmişler: Ülkeyi nerdeen nereye getirdiklerini; sabi sübyan hakkı, çakıltaşı edebiyatı dinlerim. Ceviz içi kadar aklın olmayacak da inanacaksın.... Demek ki Ankara’dan öyle görünüyor.
Bir şey daha: Sahi, bunları kim seçiyor?
YOKSULLUK SENİ HARAÇ
MEZAT SATMALI
Netmeli yoksulluk seni netmeli
Isız koyaklarda taşa tutmalı
Olmazsa suyuna zehir katmalı
Bir soğana muhtaç hallere döndük
Netmeli yoksulluk seni netmeli
İndirime çıkarıp da satmalı
Seni dipsiz kuyulara atmalı
Rezil rüsva ettin dillere düştük
Yoksulu görünce kaçar kardeşi
Yolun değiştirir eski yoldaşı
Gizli gizli gözyaşıdır sırdaşı
Yarimin yanında ellere döndük
Yoksulun herkese boynu bükülür
Fukaralık her yanından dökülür
Arkasından baksan bile görülür
Sokağa atılan güllere döndük
Kime neyledik ki bu kimin ahtı
Kapanmış talihi bağlanmış bahtı
Kurulmuş köşeye tepremez (kurmuş) tahtı
Kervanı kırılmış yollara döndük
Nasıl düzen kimse bakmaz amele
Varsıl isen herkes sana kul köle
Aynı suçtan yoksul düşer de dile
Yoksuluz geçmez kalp pullara döndük
Cehalet üstüne lök gibi çöker
Yoksullar yoksulun kanını döker
Neden hep tersine döner bu teker
Yellerde savrulan küllere döndük
Bir soğana muhtaç ettin sen beni
Köle pazarında sattın sen beni
Bilmez bulmazlara kattın sen beni
Palanın altında çullara döndük
Her nereye çıksam kesilir yolum
Elimi verince gidiyor kolum
Doğruyu söylesem kesilir dilim
Talihi kırılmış kullara döndük
İlk kış ayının, bir cuma günüydü. Bu olaydan epey önce. Çocukları paydos etmişim. Dışarı çıktım. Çocuklar kapıda birikmiş; kimi dönüyor, kimi bağırıyor. Ne oluyor diyerek yanlarına vardım. Ne göreyim; Mustafa ortada, çocuklar etrafında dört dönüyor. Kimi, sanki recim taşına tutulmuş günahkar kadınmış gibi Mustfaya yaklaşıp vurup kaçıyor; kimi acayip sesler çıkararak alay ediyor. Mustafa da tavuk gibi pısmış, ne ağlıyor, ne gülüyor. Bir acayip halde. Ortada öyle kala kalmış. Önce bir oyun mu dedim. O sırada ikinci sınıftaki kız kardeşi birden abisinin üzerine atladı, ağlamaya başladı. İki çocuk kucak kucağa öyle bir sarılışları vardı ki... Hele Mustafa’nın kız kardeşine bakışını görmeliydiniz.. Mahçubiyet, küçük düşme, suç üstülük, yer delinse de içine girsem durumu; nasıl anlatmalı bilmem ki: Bu acıyı Mustafa’dan başka kim bilebilir..
-Ne var Aslı burada, ne oluyor, dedim.
Aslı ağlamaklı;
-Öğretmenim Mustafa’nın ayakkabısına baksana! .
-Ne var ki?
Aslı yaşına göre oldukça iri yarı bir kız çocuğu. Boyu kadar da mantıklı, duygusal, espirili.
Bir gün sınıfa muz getirmişti. Diğer çocuklar imrenmesin diye şaka yollu:
-Aslı bak, bir daha muzunu evde ye. Bak ağzımın suyu aktı. Ya da bize de getir, dediğimde:
-Öğretmenim, bu muz hormonlu, adamı kısır ediyormuş. Ben yemiyorum, Bahri için getirdim, yesin de nesli tükensin, diye espiri yapmıştı...
Aslı belli ki çok etkilenmiş olacak, kızgın ve ağlamaklı bir sesle:
-Öğretmenin zavallının ayakkabısı yırtık, Bahri ve diğer arkadaşları da onunla alay ediyor. Gör Müyor musun!
Görmüyor musun, sözü öyle sert çıkmıştı ki körmüsün, der gibiydi.
Ne ayakkabısı: altıyla üstü yırtılmış, tabanı kaçıp gitmesin diye sicimle birkaç yerinden boğularak bağlanmış.
Biz de giydik, ayak yalın da gezdik ama alay konusu olmadık hiç. Çünki köyde birimizin ayağı yalınsa diğerimizin sırtı çıplaktı. Biz soğukta titrerken, komşumuz yübin dolarlık arabaya binmiyor, bizimle alay etmiyordu ki.
Mustafa beni gördü. Öyle bir bakış fırlattı ki, sanırım hayatım boyunca o bakışı unutamayacağım. Yıkılmışın, kırılmışın, isyanın, kinin, horlanmışın resmi; kentin yozlaşmışlığının, yalnızlığın adı; uçuruma yuvarlanan ülkemin, belki de milyonlarca aç susuz, insanın; ’ çağgaş’ insanlığın sefaletinin çığlığıydı sanki.
Daha önce de çok şahit olmuştum, bu tür olaylara. Mustafa’yı çekip aldım ellerinden. Bazen çocuklar o kadar acımasız oluyor ki, şaşar kalırsın. En acımasız da başarısız, horlanmış, ailesince takdir görmemiş çocuklar ya da anne baba ihanetini yaşamış çocuklar oluyor. Birinin açığını yakalamak için fırsat kollarlar.
İşte Bahri de böyle bir çocuk. Müthiş bir futbol yeteneği, spor yeteneği var. Ancak bildiğiniz gibi annelerin babaların gözünde Matemetiği beş olandır zeki çocuk. Annesi bütün dersleri beş olsun diye nerdeyse onun yerine sınava girecek ama ne yapsın Bahri? Tanrı ona: ‘Hareket et, durma, koş! demiş ama iki kere ikinin dört ettiğini bilecek matematiksel bir zeka vermemiş. Vermezse Rabbi, neylesin bahri...
Neyse, özellikle en çok taşkınlık eden de Bahriydi. Sanki bir krize tutulmuştu. Bir türlü durdurmak mümkün değil. Kucağımdaki çocuğun ayakkabısını çıkarıp, bayrak diye asacak..
O anda ben de yitirdim endazemi. Çünkü Mustafanın düştüğü durumu, o duyguyu çok iyi bilirim.
Şehirde okurken; köylüyüz, yoksuluz diye kılığımıza bakıp paramızla tatlı bile alamamıştık. Oysa ilk defa tulumba tatlısı yemenin hayalini kuruyordum. Paramparça etişmlerdi çocuk hayallerimi.
İşte o gün bu gündür, ne zaman bir tatlıcı görsem, yüreğimde ince bir sızı duyarım. Sanki incecik bir dikiş iğnesi batırırlar yüreğine. Ne zaman böyle bir olayla karşılaşsam, o tatlıcı amca gelir gözümün önüne. Zangır zangır titrerim.
Kim ki, bir sokak çocuğuna yanlış davrandı, sanki çocuğuma yapılmış gibi yüreğime batar çıkar, batar çıkar ta o eski küflü iğne. Sanki orada bir yerde ipi düğümlü bir şekilde asılı durur hep. İşte böyle bir durumda, sanki o iğneyi çekmişler de ipinin düğümü bir parça etile birlikte yüreğimden çıkmış gibi olurum.
Kim bilir Mustafa bu günü, kaç yıl yüreğinde bir bıtrak gibi taşıyacak..
Ama insanı acı olgunlaştırırmış, bir de sevda derler. İyi ki yaşamışım. derim bazen, yoksul çocukları, sorunlu çocukları anlamama çok yardımcı da oluyor. Ancak öyle varlıklarıyla şımartılmış çocuklar içinde iyi olmuyor hani. Hele çalıp çırpmayla zengin olmuşların havasına asla dayanamam. Yüzüne olmasa da içimden mutlaka küfretmek gelir.
Yahu eskiden namussuzlara küfretmek ayıp felan değildi. Hele bir adam yüz kızartıcı suç işlemişse yüzü kızarırdı. Öyle bir adamı, komşuları sözüyle bakışıyla sokağa çıkamaz ederlerdi. Ya şimdi onlar suç işler biz susar, biz pısarız. Onların yerine, bizim yüzümüz kızarır.
Bahri de yoksul sayılacak bir ailenin çocuğuydu. Ama matematiğe kafası pek basmadığından hep eleştirilmiş. Diğer yanları: örneğin spora olan tutkusu ailesince görülmemiş bir çocuktu.
Ama zıvanadan çıkmış olan ben:
-Mustafa çıkar ayakkabını, Bahri, sen de çıkar bakıyım. Sen bunu giyeceksin çakal seni, sen de bunu Mustafa. Bana bak Bahri efendi! sakın yarın okula başka ayakkabıyla geleyim deme. Yoksa ayak yalın gezersin.
Bazen gözümüzün önündekini görmeyiz her nedense: Mustafa iki gündür teneffüse çıkmıyordu. Ben de:
-Çık yavrum biraz hava al falan dediğimde;
-Öğretmenim, hastayım, başım ağrıyor, felan diyordu. Meğer ayak yalınlığına utandığından çıkmıyormuş.
Mustafa’yı arabaya bindirdim. Evlerini yanında arabanın içinde biraz konuştuk sohbet ettik.. Benim de böyler şeyler yaşadığımı, onu anladığımı söyledim. Çocukluk anılarımdan bahsettim.
Yaralıydı Mustafa, ne kadar teselli oldu bilmem ama benim anlattıklarıma en çok şaşıran da kız kardeşiydi. Ben de öğretmen olacağım Mahmut öğrenim deyip yanağıma bir öpücük kondurdu ayrılırken. O saflığı; o öpücükteki temizliği, sıcaklığı, hala taşırım yanağımda.
O gece evde ne kadar uygun eşya varsa, mahalleden de topladım. Gece sat onbir de evlerine varıp verdim. Evlerinde elektirik var ama yanmıyordu. Annesi beni idare lambasıyla karşıladı. O verdiklerimi alırken ki ruh halini bir görmeliydiniz. Utancından yere geçecekti sanki.
Musatafa başarılı bir çocuktu. Şimdi Anadolu lisesinde okuyor. Ancak sanırım yoksulluğundan, belki de arkadaşlarıyla olan sosyal farklılığın verdiği motivasyon eksikliğinden olacak, olacak lise birde sınıfta kalmış.
İşte böyle dostlar. Bizim ve bizden önceki nesil, çöpe atılan bir ekmek görsek çok kızar, üzülürüz. Çöpe atılmış biraz yeni bir ayakkabı görsek, alıp birilerine vermek gelir içimizden.
Ama sizde çöpe atmayın olmaz mı? Düşünün ki çevrenizde bir çok Mustafalar, yoksulluktan çocuğunu sokağa bırakacak kadar çaresiz ana babalar var.
Ve çocuğunuza paylaşabilmeyi, verebilmeyi, ortadan bölebilmeyi öğretin. Hem de: Almayı öğretmeden önce.
Alın bir simiti elinize: Bu komşumuzun, şu yoksulların, şu da biziiim; değil mi güzel kızım! deyin. Hayır! Bunun hepsi benim! derse üçünü de atın sokağa.
Paylaşmasını bilmeyen hiçbir insan gerçek mutluluğu yaşayamayacaktır çünkü.
Mahmut Nazik - Mersin
Bir de şu kentlerde çocukları sevdiğinden, insan sevgisiyle yanıp tutuştuğundan değil de yapacak bir işi olmadığından, konken partilerinde, köpekleri koruma derneğinden bir arkadaşı: Ayol bu gün İngiltere’den onbin dolara getirttiğim buldokumu aldım
Bu gün Köpekleri Koruma Derneğinden bir dostumla, sokak köpeği aradım. Bir de ne göreyim, canımın içi: Bir sokak çocuğu bir kanişi kucaklamış çöpten bulduğu ekmeklerden vermez mi? Gel de dayan dayanabilirsen can cazım. Saldım buldoğumu üzerine..... Üzüldün mü buldoğum, canikom benim.
Adını bilmiyorum, Bizim buralarda köpeğe karabaş, çopur, akdiş, çirkin, yalaka, yılışık gibi adlar verirler. Hele köpeğe dokunanın evine alanın yemeğini bile yemezler. Köpeklerini elleriyle okşamazlar. Ölünce de mezar felen kazıp pek ağlayana rastlamadım. Dağa götürüp bırakırlar, orada kurda kuşa yem olur.
Bu köpeği sevmediklerinden değil. Bir çobanın, köpeğini alacağına canını al. Köpek olduğunu bilsin diye herhalde.
Hatta birine köpek gibi hizmet edenleri, köpekçe sadık olanları, patronu, ağası için kavga edenleri de sevmezler.. köpeklik bir azar, aşağılama sözcüğüdür öyleleri için.
Şimdi onun güzel bayanımıza durmadan kuyruk sallayan köpeğine ‘Yılışık’ gibi bir ad uydursam; ya da sahibi sosyete bayanın ayağında, dizinde doyuma ulaşan köpeğine sapık diye bir ad koysam belki köylü! kaçabilir, sevgili bayanımız üzülür, Sevgilim benim! dediğinde; Arkadaşı: Bravo sevgilim; güzelim ben de bu gün okulda bir olay yaşadım ki hiç sorma. Öğretmenler gününde öğretmen hanıma hiç olmazsa bir altın bilezik alalım dedik.
Mustafa mı, kalın kafa mı bir öğrencinin babası kalkıp: Hoca, ben bu parayı veremem demez mi! Bir de hoca diyor ayol bana münasebetsiz, düz manyak herif, diyebilmek; insanlığa hizmette Hz İsanın havarisi olduğunu düşünüp, mastürbasyon yaparak tatmin olan, okul aile birliği başkanları vardır hani, bir de sınıf anneleri.
İşte öğretmenliğim boyunca bu içimdeki asi çocuk bir de onlarla barışamadı hiç
Öyle orijinal fikirleri oluyor ki. Hocam sınıfa bilgisayar alalım, tozsuz tebeşir alalım, vay klimayı değiştirelim. Hocaçocukları istanbul’a geziye götürelim. Yahu çocukların çoğu yiyecek ekmek bulamazlar. Bir de onlardan, devletin düşünmediği beyaz tahta, tozsuz tebeşir parası topla. Sanki ‘Süleyman efendinin nasırı! ’. Ve hiç kimseden çekmedim onlardan çektiğim kadar.
Hele bir gün, ilk defa bir sınıf almışım. Sınıfa girdim çıt yok. Sınıfın sessizliğini görünce Yanlış sınıfa girdiğimi sandım. Çıkıp, sınıf tabelasına tekrar baktım. Sınıf benim sınıfımdı. Şaşırdım. Tekrar içeri girdim. Öğretmen kürsüsünde bir bayan oturuyor ama ne bayan.
Arkadaşlar, ‘’Yaşadın hoca, senin sınıfında yok yok’ bir anlam verememiştim.’ gibilerinden benimle alaylı bir şekilde dalga geçmişlerdi de bir anlam verememiştim. Kürkü, görünen yerlerindeki takısı, boyası, cilası, oradaki çocukların tümünün bir yıllık gelirinden daha fazla eder. Birden şaşırdım. Öğretmen desen olamaz, olmamalı; milletvekili desen, nerde bizim bayanlarda o kafa, o bilinç, kendi hemcinslerini meclise taşısın. Varsa yoksa hakka, çocuğa, kocaya, bir de şeyhine hizmet.. Ama bu o da değil. Yani:
bir başka hamur bu
bir başka maya
Ne camiye yarar
Ne kilise ye ne
Ne havraya(Umarım aşağıda Hayyam benim yüzüme tükürmez)
Merhaba, deyip elimi uzattım. Parmaklarının yarım santimiyle bir temasta bulunarak bir ‘ Merhaba! ’, dedi. Ama hemen çantasından ıslak mendilini çıkarıp bana dokunan o yarım santimi yerini yarım saat sildi. Bozuldum doğrusu. Gayri ihtiyari ellerimi kontrol ettim. Temizdi. Burnuma tuttum öyle fena kokmuyordu.. Ee, ne demekti şimdi bu! ?
Bir de kucağındaki, o sokaktan mı tutmuş, şeytan mı doğurmuş, cin mi çarpmış; yoksa kedi sıçan ve köpek karıştırılıp da mı yapılmış, yoksa orijini orjinali mi öyle; hibrit mi, ifrit mi, nerde yetişmiş bilemiyeceğim ama hayatta gördüğüm en çirkin ve en küçük; adına ‘Sevgilim’ dediği köpeği öpüp durmaz mı!
Ya kocasına ne demeli: Kucağındakinin, bir çarpı yirmi oranında büyüten büyüteçle bakılmışı. Hani şu yüzüklerin Efendisi Filminde bir karakter vardı. Yüzüğü almak için durmadan cinlik düşünen yaratık. İşte onun üstüne bir Pier Gardin elbise geçir; ama onun bedenine göre markalı elbise bulamamışlar ki en az dört beden büyük. Göz, kaş, diş, kamburu, aynı canım. Hele bir gözleri var ki nazarboncuğu gibi maşallah. Bulunduğu terde değil kendine mahallesini korur nazardan. O kadar dikkat çekici. Sarı benizli, incecik altındaki damarlarındaki kanının akışı görünen derisi kırış kırış.
Sen adamı boş ver her tarafından ‘asalet’ fışkırıyor. İçindekini bilmem ama saatıyla, kösteğiyle bilemediğim bir hayvan derisinden yapılmış ayakkabısıyla; dışı bu günkü parayla en az otuz bin dolar eder. Yani benim gibi bir yakışıklının en az üç yıllık maaşı.
Komplekse kapıldım, Ulan güzel kardeşim, bir seksen dört boy; sabah yeşile, öğleyin maviye, gece zümrüte çalan bir göz. Upuzun kipriklerim; yük kaldırmaktan, çalışmaktan adeleye kesmiş bir beden; sarışınım. Bakmayın onlara kahrımdan, bir de asla gözüm doymadığından yiye yiye şimdi kantar çekmediğine 74 kiloyum o zaman. Şiir yazarım, bağlama çalarım. Kimsenin bilmediği makamdan! beste yaparım. Yapı ustalığı, sıva boya badana, marangozluk, bahçıvanlık elimden bir uçan bir kaçan kurtulur. Bilmediğim, bilip de yapmadığım beş vakit namaz. Aslında bilirm ama kılmaya bir yoksulluk; bir de şu namussuz düzene, yiğitteki kadere isyan, bir de içimdeki kör şeytan koymaz.
Daha ne anamdan, ne karımdan; o kedi köpek, sıçan arası yaratığın onda biri kadar sevgi, şefkat görmemişim. Gel de çatlama, gel de kahrolma. Gel de sitem etme. Gelde bu yazıyı alnıma yazan katibe ana avrat düz gitme. Gel de çatlama. Gelde ölme kahrından. Gel de...
Sınıftan çıt çıkmıyor. Öğrenciler kafalarını sıraya, ağustos sıcağında istirahata çekilmiş köpek misali; yarısı kopmuş da belden yukarısı sokağa atılmış, sonra da üstünden araba geçip kurumuş kurbağa vaziyetinde sıraya yatmışlar. Bir tek gözlerinde canlılık belirtisi var. Elli yedi çarpı iki göz, bir göz olmuş; kadının kürkünün, takısının, küpesinin üstünde sek sek oynuyor. Allahtanki kocasının gözleri var.Değilse çat diye nazardan ikiye bölünecek kadın.
Siz yoksullukla, varsıllığın kokusunu hiç karıştırıp yediniz mi. Bayanın parfümüyle, çocukların fakir nefesi ve ter kokusu karışıp, öyle bir koku oluşmuş ki sınıfta; tuvalet kokusu bile onun yanında menekşe kokusu kalır.
O kadar dertlendim ki. Dedim ya. Gel de çatlama. Gel de kahrolma. Gel de ölme hasetinden. Gel de sitem etme bu yazıyı alnıma yazan katibe.. Gel de Marks’ Engels; e peygamber deme. Gel de iman etme Das Kapital e
Birden vahiy geldi galiba. Oracıkta hemen oturdum sıraya, aşağıdaki dizeleri yazmaya başladım.
Tabii bizim Sevgilim köpekli hanımı, benden önceki öğretmen alıştırmış, ya da yanında küçülmüş esir olmuş. Ya da başak bir şey...
Benim sıraya oturup yazmaya başlamam, ilgisizliğim zoruna gitmiş olacak ki biraz hükmeden bir sesle:
-Öğretmen bey!
-........................
- Öğretmen bey
-...................
-hoc bey?
Ben bilerek, biraz da ona dert olsun diye domuzluğumdan yanıtlamadan şiirimi yazmaya devam ediyorum. Kocası olacak o geni kuruyası, o çöl kurbağası:
-Güzelim, bir tanem biraz bekle istersen, gibi yarı türkçe, yarı kuş dilinden bir şeyler dedi ama hiç anlamadım. Galiba adamcağız ya lal, ya kekeme, yada yanındaki meleğin delisi; O kılıkla günışığına çıkmayı bırak okula niye geldi bilmem. Sanırım evde iyi bir zılgıt yiyip öyle gelmiş ki sesi de ses değil..
- Öğretmen beeey!
Hafif bir göz kırparak:
-Hanım efendi ben biraz şair ruhluyum. O kadar güzel giyinmişsiniz ki her ikiniz de; bana ilham verdiniz; sizin için bir şiir yazıyorum. Biraz bekler misiniz.
- Aaa! Özür dilerim, sizi yanlış anlamışım ayol; umarım bana da okursunuz. Bir nüsha da bana yazın lütfen. Yarın konken partimiz var. Arkadaşlara havam olur.
-Tabi, tabi! . Ne demek, ilham periimin en doğal hakkıdır bu.
Kocası yarım ağızla, bir nezaket sözcüğü kullandı ama bana şekerim mi dedi, teşekkür ederim mi dedi pek anlamadım.
Sınfta sübyan koğuşundan mı atılmış; yoksa pazarcı da, zarar mı etmiş tipinde beş altı da öğrenci velisi var. Yüzleri yazıda kalmış badılcan kabuğu gibi yanık, kavrulmuş. Derileri ütülenmemiş liseli pontolonu gibi.
Hele birisi var ki ya yirmi beş, bilemedin yirmi altı yaşında ya var ya yok. Kucağında bir çocuk, karnında çıktı çıkacak ikinci çocuk; dizine yapışmış, keler yavrusu gibi mel mel bakan iki çocuk daha. Atalar boşuna dememiş Fakirin...iki (BİPsi) , zenginin iti durmaz diye. Annem görse: ‘Kadın, mabadıyla köy türetmiş ayol.’ Derdi.
Kadına ilham perisi deyince, bu garibanlar takımının bana bakışlarını bir görmeliydiniz, Aaah! deyişlerini; kocalarına beddualarını; annelerine, kaderlerine, küfürlerini; sanki kumasını görmüş kadın gibi korku, saygı ve haset kokan bakışıyla, adeta yıkıldıkldılarını, lanet ettiklerini kabak gibi,ayna gibi okurdunuz gözlerinden.
Birden ayağa sıçradım. Önce çocuklara dönerek:
-İlk dersimi veriyorum veriyorum çocuklar ama size değil.
Yüksek sesle:
ULAN GARDAŞ BU NASIL BOK
YÜZÜN DEĞİL
KADERİN GÜZEL OLSUN DEMİŞLER
AMA HALT ETMİŞLER
Sonra sınıf annesinin (galiba) kocasına dönüp:
Komşuluğuna baktım
Bi halt yok
Konuştuğuna baktım
Bir marifet yok
Ahlaksızın teki,yalan dolan
Elleş belleş haddinden çok
Suratına baktım
Hani hıyar kurur da olur ya kak
Yalak mı yalak
Salak mı salak
Şeytan mı çarpmış, cin mi dokunmuş
Maymundan bozma bir şalak
(Kadın dönüp)
İp tutanına baktım
Sanırsın
Süt beyaz bir melek,
Ak mı ak pak mı pak
Anam bacım olsun
Kanatları eksik bir tek
Sanırsın övmüşte yaratmış Hak
Sanırım,
Han hamam dolap değirmen
Sırtı peek karnı tok,
Ulan gardaş
Bu ne iştir bu nasıl bok
Kime acımalıyım
Bana mı yanındakine mi
Sana bana
Hay bu yazıyı da yazana
Hay bu dünyayı böylesine bozana
Gel de çatlama
Bu ne kaderdir bu nasıl hak
Gayrı ne diyem bacılar,
Ne söyliyem böcüler
Anlamdım ki
Şu kucağındaki köpek mi sevinmeli
Köpek olduğuna
Şu itten aç
İnsan yavrusu mu yanmalı
Çocuk olduğuna.
Yani demem şuki:
Yüzün değil
Kaderin güzel olsun demişler
Ama
Aslında halt etmişler.
Kaderin değil de
Hükümetin güzel olsun.
Bir de işin gücün
Şöyle yakışıklı
Anlayışlı, müşfik dir kocan
o da yeter
En kötüsü şu fukaralık yok mu
İşsizlik
Sabah nereye gideceğini
Adam olmayana muhtaç olmak hani
Akıbetinin ne olacağını bilememek yani
Ölümden beter
Adama benzer soyun olmuş
Yüz seksen santim boyun olmuş
Koyundan nazik huyun olmuş ne ki.
Derde keder.
Bakınız çocuklar
Ne anneniz
Ne babanız
Ne de öğretmeniniz
Çalmadı çırpmadı,
Yoksul ama onurla yaşadı.
Ama derler ki
Siz fakirsiniz
Derler ki
Siz kerizsiniz
Kahredip yaşantınıza
Doğru gibi dersiniz belki
Ama sormalı bir kere
Bu fukaralığımız
Bu adam olamamaklığımız
Acep neden ki
Sorarım size insanı yoldan çıkarmak
İnsanı harcamak
Bu kadar kolay mı ki
Ha güzel bayan ne dersiniz
Hadi bir düşünün isterseniz
İşte bu
Size vereceğim ilk dersiniz.
Kocam dersiniz
Kaç dönüm tarla
Veya kaç bin dolarla evlenirsiniz
Ve gidip
Bir garibanla sevişirsiniz.
Ya sen efendi
Bilirim bana kim bilir ne diyeceksiniz
belki ahlaksız belki dinsiz
belki de densiz diyeceksiniz
Ama
Nikahınızın şartını,
Ya da yedeğinizdeki
gariban kız sayısını söyler misiniz.
Desene anam babam
Boyanız cilanız,
Döpiyesiniz
Marka elbiseniz güzel de
İçindeki (yürek)
Kaç para eder dersiniz.
Söyle kürküm söyle
Siz tarlada
Bağda bahçede
Hiç terler misiniz.
Hadi def olun şimdi
Ne kadar inceyse
Ne kadar yanmışsa yüreğimiz
O kadar kinciyiz
O kadar kalınından
Ve en uzunundan
Biz küfür de edebiliriz
Hadi def olun
Şimdi size zil çaldı teneffüs.
Hadi def olun
Biz devrimciyiz
Eğilmeyiz
Hadi def olun
Aç gezeriz ama
Sadakanıza muhtaç değiliz.
Hadi defolun
Bizi mastürbasyonda
Kullanmanıza müsaade edemeyiz
Uyumayın
Bekleyin sabaha kadar
Aç kalırsak eğer çalarız
Sizi soymasını da biliriz
Onun için şifreleyin
Alarımlı olsun kapı ziliniz
Belki bir tanenizi
Belki göz bebeğinizi kaçırabiliriz
Gözü dönmüş bir yoksulu
Bir açı nasıl durdurabilirsiniz
İşte bu da sizin ikinci dersiniz
Hadi gidin
Sıcacık koltuğunuza oturup
Yanıtını yazıp geliniz.
Hadi def olun
Zil çaldı size teneffüs
Kadınlardan bir alkış koptu. Sanki bütün hınçlarını, hasetlerini avuçlarında biriktirmişçesine kuvvetli alkışladılar. Sürüye uyan çocuklarda katıldılar..
O kadını bir daha görmedim. Sanırım ödevini yapamadığından okuldan kaçtı.. Gelmeye cesaret edemedi..Yalnız o gün tansiyonu mu yükselmiş ne acile kaldırmışlar. Müdür efendi beni çağırıp:
Dakka bir; gol bir. Ne yaptın hoca o bayana. Okul aile birliğinin en çalışkan üyesiydi... Sen, Onun kim olduğuğnu biliyor musun?
- Ben biliyorum da galiba O, beni bilmiyordu, öğrendi.
*
*
HASAN EMMİMİN İNEĞE ÇIKTIĞIDIR
Bir gün Hasan emmim iner ahıra,
Tuvalete gidecek aklı sıra.
Olacak ya
söner eldeki çıra.
Karanlıkta düşüp, biner ineğin sırtına.
Hasan emmiyi alıp inek kalkar havaya.
Paldır küldür, bu ses de ne ola
Ayşe teyze iner aşağıya elinde çıra.
Bakar durum kel, acele gel.
Hasan emmim çıkmış hayvanın sırtına;
Sen gel de bunda bir anlam bul ara.
Buna bir anlam veremez
Sormadan da edemez ama:
-Ay goca ne bu hal; kör olası, ne ol du sağa?
Hasan emmide küfürün biri bin para:
Ulan garı kırığını görmüş gibi
ne bakarsı öyle bağa;
Gız, sanki göğnüm ile mi çıktım buraya
Mahmut NAZİK 31. 05.2009 MERSİN
Not: Bu ne düzmedir
Ne uydurmadır
görev yaptığım bir köyde yaşanmış bir olaydır haa
İNEĞE ÇIKMIŞ BİRİLERİNİ GÖRÜRSENİZ
BU BİR SİYASİ OLABİLİR, BİR TANIDIK OLABİLİR
MESELA RTE NİN AÇILM MESELESİ
MESELA KILIÇTAROĞLUNUN TÜRBAN MUHABBETİ
, SORMAYIN NİYE ÇIKTIN İNEĞE?
GÖNLÜYLE Mİ ÇIKTI SANKİ..
*
*
ÖYLE BİR ÖĞRETMENLER GÜNÜYDÜ İŞTE
Tebriğini kabul ediyor; bir öğretmen olarak teşekkür ederim sevgili dostum.. Sağ olasınız...
Ama bizi o kadar sevdiler ki sağ olsunlar,devlet de millet de sırtımızdan sopayı hiç eksik etmediler.
En sert polis copunu da böyle bir günde yemiştim. Hem de oğlum yaşındaki bir polisten. Acaba ilk öğretmeni kimdi onun, diye düşünmüşümdür hep.
Birinde, sanırım 1983 teki Cihanbeyli kaymakamıydı. 24 Kasımda emir çıkararak, bizi bir ilkokul sınıfında toplayıp; sıkı bir nutuk attıktan sonra, leblebi şeker dağıtmıştı. Hem de sıraların üzerine dökerek. Belli ki başka yerimize koyacağımızdan endişe etmiş olacak ki: ‘Cebinize koyun! ’, diye de akıl vermişti kaymakam beyimiz sağ olsunlar!
Acı olanı, bazı arkadaşlarımız kaymakamın öğüdüne uyup o şekerleri adete kapışmışlardı.
Sanırım son katıldığım resmi Öğretmenler Günü kutlaması oldu.
Bir de bir 24 Kasım gününde meyhanede kutlama yapan arkadaşlara eşlik eden kaymakamın, laf ilerleyip, aradan mesafe kalkınca: ‘Öğretmen de kim ulan ben her gece bir öğretmen... ‘ Deyince: Vaay, sen misin bunu diyen! Yemişler pirzolayı, keyfler kebap; dişler gıcır gıcır. Kafalarda iyi ya; yiğitlikleri de üstünde. Önünde kebap; masada rakı. Kafalar da çakır hani. Hesabı da bir köy angudu ödeyecek olunca, kim dinler kaymakamı... Tutmayın ulan öğretmeni.
Nasıl bilmez bilmem ki koskoca kaymakam malının ne olduğunu! Bizim erkekeler kaymakam beyin üzerine yürümüş. Kaymakam da: ‘Durun ulan yanlış anladınız Benim karım öğretmen! ’ demiş.
Öyle ya, karısı öğretmen adamın. Karısı değil mi! ? Çiftliği değil mi sürer de, eker de biçerde. Her gece her şeyi yapabilir. Üstelik mevki, makam; kelle kulak... Kim ne diyebilir! Mühür kimdeyse, Süleyman odur. Kadın da aşkıyla değil de mühürle evlenmişse gıkı çıkmaz, çikamaz nasıl olsa makamın, mevkiinin, mührün, kaymakamın hatırına.
İş tatlıya bağlanmakla kalmamış, kıyak olsun diye hepsine birer duble de rakı ısmarlamış.
Aslında yanlış yapmış. Yetkin var nasıl olsa. Bin dokuz yüz kırklı yıllardan bu yana, öğretmenin kilosu kaç para? Nasıl olsa dayak yiye yiye, suçlana suçlana gözünün kirişi kırılmış. Vur elinden ekmeğini al. Ben olsam sabaha kadar nezarette yatırırdım. Sabah da Atatürk’e saygı duruşundan sonra, Öğretmen Marşı eşliğinde, ilçede mıntıka temizliği yaptırırdım. O zaman, bu ülkenin velileri sana ömür boyu dua ederdi. Ama nerdeee… Belliki kendi de lavuğun biri. Gider benim gibi bir dinazora; okul kooperatifi, 1 tl(Bir kurşunkalem parasıydı o zamanlar) açık verdi diye soruşturma açarlar.
Düğün değil, bayram değil... misali; senin neyine gerek gün, yıl; doğum günü. Allahın Sümerbank picamalı, tercüman gazeteli 657 lisi... Neyi kutluyorsun ki. Hiç bir şey bilmiyorsan kıçını kır otur evinde çekirdek çitle..
Sabaha karşı dışarda bi kıyamet, bir hangırtı, bir tangırtı… Altı arkadaş kasabada birlikte kalıyoruz o zamanlar. Belediyenin misafirhanesini cebren ve hile ile işgal etmişiz. Pencereden baktım ki bizim kaymakamın sarhoşları minübüsten iniyorlar. Ama inen cumburlop suya.
O gece Gölyazıya müthiş bir yağmur yağmıştı ve belediye altyapı çalışması yapıyordu; onun için bütün sokaklar hendek gandaklarla dolu, delik deşik.. Minibüsün durduğu yerde, tam da kapı ağzında bir metre derinliğinde yol boyunca lağım çukuru var. İçi silme su dolu. İnen cumburlop içine içinde. Minübüsçü haytanın biriydi. Bilmem bilerek mi durdu orada. Kafa da iyi ya ancak ayıldılar. O gece ‘Nam saldılar düşman içinde! ’ bizim eğitim ordusu.
O gece ne oldu dersiniz? Yarısı sağcı, yarısı solcu bizim aslan arkadaşlar sabaha kadar vatan kurtardılar.
Ama işte kurtardığımız vatan… elin oğlunun önünde lök gibi diz çökmüş; ‘Bir türk dünyaya bedeldir! ’ diye diye altın yumurtlayan tavuklarımızı kestik; şimdi, ben vatanımı pazarlıyorum, diyen oynakbaşımızla övünüp duruyoruz. Vaşinton kabe, Brüksel kıble; Karımızın donu bile ithalken; sakızın oruç bozup bozmadığıyla meşguluz. Atatürkün İran olmayacağız! ’ dediği o, İran bile daha onurlu, dik duruyor emperyalizmin önünde.
O zaman eski sağcı (bazılarına göre ’dönek’) yeni solcu (bazılarına göre ‘mit ajanı) olan zavallı ben; o gece ise onların gözünde asosyaldim.. Çünki kalıp okumaya çalışmıştım.
24 kasım hep bana o sopayı, leblebi şekerini, bir de asosyalliğimi hatırlatıyor nedense.. Allahtan umut kesilmez
Devri zamanında, öğretmeni protokolde ilk sıraya koyan Başöğretmene Atatürk’e ve bu ülkenin örgütlü, namuslu öğretmenlerine saygılarımla.
24 Kasım Öğretmenler günümüz kutlu olsun.
Mahmut NAZİK 24 Kasım 2010
KAPTAN, ALLESTAAA!
Duyuyor musun?
Bir aşk büyür yüreğinde
Oğulların kızların.
Kimselerin dokunamadığı
Kimselerin teslim alamadığı
Açmaya fırsat bulamamış.
Ha açtı ha açacak
Kıp kırmızı bir karanfil
Sabret evlat sabret
Gün gelir
Gün gelir elbet
Dengini demetini bulur
Araya verme
Ayaklar altında
Kurutma ne olur
Sevdana kavgana devam et.
*
Bir yol uzanır önünde
İnceden inceye
Bir başına
Issız yalnız bakir
Hiçbir acının
Hiçbir çözülümün
Ve hiçbir metazorun
Oynatamadığı sabır
Ne kadere katlanmalı
Ne yazgına sövmeli
Ne haksızlığı hazmetmeli
Ne zulme boyun eğmeli
Ne de zora bükülmeli
Geçersizdir deyip çektiğin acılara
Ayağa kalkmalı düştüğü yerden
Avucunda bir avuç toprakla
Yeniden taya kalkmalı hayat
Ödetmek için borcunu yenildiğin yıllara
Akmalı yüreğinde biriktirdiğin nehir
Ama
Ne pişmanlık
Ne kin ne kibir
Ne kahır ne keder
Ne de hınç çürüğü zehir
Ödetmek için borcunu kayıp yıllara
Tüm olanları hükümsüz sayıp
Ayağa kalkmalı
Ödetmek için borcunu aşka
Kartları yeniden dağıtmalı bir bir
Vay ona ki
Vaylar ona
Harami eşkıya korsansa aşk
Tutsaksa sevda
Kan kurusu seheri kim sevebilir
Deme ki aydınlar susta
Yüreğine ağlama usta
Deme ki bilenlerin bir sözü yok bu hususta
Yüreğinde yarinden yareninden hatıra
Kan oluksuz bir sustalı olsa da
Ayağa kalk Kaptan, Alestaa!
Şimdi aşkı azat etme
Şimdi yaşam türkü söyletme
Şimdi aşkı şiir etme zamanı
Kim kesebilir
Akıp giden nehri kim kesebilir
En hırçın dalgalara
En dehşet kavgalara
En leyli saçlara sevdalara
Hazır ol kaptan
Yırtıp at
padişahtan gelen fermanı
Şimdi demir alma
Kadere Şah! çekme zamanı
Kaptan, “Allestaaa! ”
Yıldızlara nergislere
Tüm güzelliklere dokunmadan değmeden
O limandaki sevgilileri sevmeden kim bilebilir
Ne yazgına yanmalı
Ne kadere katlanmalı
Ne zulme boyun eğmeli
Ne de haksızlığı hazmetmeli
Kavgaysa kavga
Sevdaysa sevda
Ama kavgan kavgaya
Sevdan sevdaya değmeli
Ne pişmanlık
Ne kahır ne keder
Ne kin ne de kibir
Ne korkmak bir kusur
Ne de yenilmek ayıp
Yüreğinde bir demet sevda kıpır kıpır
Ödetmek için borcunu kayıp yıllara
Tüm olanları hükümsüz sayıp
Baş kaldırmalı ipe, sapana, yulara
Ayağa kalkmalı
Hem de
Acınla
Darağacınla beraber
Ödetmek için borcunu aşka
Kartları yeniden dağıtmalı bir bir
Mahmut NAZİK 20 05 2010 Mersin Devlet Hastanesi
Alesta: İt. allesta
sf. (alesta) Harekete hazır, tetikte: “Şafak sökerken denizcilerin hepsi alesta idiler.” -Halikarnas Balıkçısı.(Güncel Türkçe Sözlük)
Bu şiiri 19 yaşındaki mühendislikte okuyan; duyarlı olmanın, bedenin bu yaştaki yüke, çelişkilere isyanının bedeli; mide kanaması geçiren oğlum; aynı koğuşta intihar girişiminde bulunan lise 3. sınıf bir genç, karşı koğuşta kanser hastası bir genç kız; onca insanın acı çekmesinin müsebbipleri ortada gururla! gezerken ve biz ana babların duyarsızlığının, korkaklığının sonucu olan binlerce çocuk mahkumlara ve belki de kanıksayıp
duyarsızlaştığımız, nasırlaşmış vicdanımızın görmediği bir nice genç; bizlere çektirilen acıların, ezberletilen yalanların zehrini akıtan, kuşkusunu damıtan, durmadan öğüt veren biz anne babalar için mi yazdım; yoksa o yaşta hayatın yükü altında nasıl ezildiklerine isyanım, gözyaşım mıdır, yoksa yarına olan umudum mudur; bilemiyorum.
Hani büyükleri, gençlere hep: Siz bizden daha şanslısınız..Bizim
Zamanımızda... diye başlarlar ya. Anladım ki hiç de öyle değil. Biz daha şanslıydık.
Bizim ağaçlarımız, test çözülmeyen teneffüslerimiz vardı. Taa en ucuna tırmanıp yıldızlara, bulutlara elimizi uzattığımız ağaçlarımız vardı. Moru menekşelerde, kızılı karanfillerden, beyazı papatyalardan, savrulmayı yele karışan başaklardan öğrendik biz. Yaban gülleriyle yarışırdı gülüşümüz. Atlarımız vardı yapışıp yelelerine rüzgarla yarıştığımız. Eşeklerimiz bile vardı; düşünce, nasıl düştüğümüze şaştığımız. Başımızı okşayan halamız, teyzemiz, dayımız, amcamız da vardı bizim, bayramlarda elini öptüğümüz.
İpe sapa yulara isyanımız vardı. Ve yarına dair sevdamız, umudumuz... Örneğin, eğitimde okuyan bir genç, öğretmen olacağını; mühendislikte okuyan birisi kasap olmayacağını veya çocuklarını sadece aç bırakmamak için asgari ücretle farklı bir işte çalışmayacağını bilirdi.
Arımız namusumuz, utanmamız vardı bizim; bir suç işlediğimizde; yolsuzluk, namussuzluk yaptığımızda yüzümüz kızarırıdı; sokağa çıkamazdık mesela. İnsan yüzüne bakmaya korkardık. Bizim küfürümüz de vardı: Vatan seninle gururduyuyor! diye hortumcuları, dalaverecileri, namussuzları alkışlamazdık. Tarihin yazmadığı küfürler ederdik, hem de ulu orta. Belki bir işe yaramadı ama en azından karnımızın şişi bari iniyordu: iniyordu da felçlere, kanserlere, kalmazdı bedenimiz; tiklerle kasılmazdı. Bakışlarımızla insan yüzüne bakamaz ederdik. Çalışkanlar, namuslular keriz; vatan hainleri, soyguncular uyanık değildi hani.
Gülüşümüz öyle iğreti durmazdı yüzümüzde. Sevdalarımız gecekondu değildi hani.
Ve aşkında, özgürlüğün de, demokrasinin de, milliyetçiliğin de, devrimciliğin de; kavganında, sevdanın da hiç bir kavramın, duygunun içi bu kadar boş değildi. Atalarımız o yoksulluklarıyla bile dopdolu bir umut bırakmıştı bizlere. Kavramlara vurunca tok bir ses çıkardı yani.
Ama düşünüyorum da, çocuklarımızı nasıl bir dünyaya doğurmuşuz? Netmişiz biz bunlara biz. Neler öğretmişiz? Bilmem ki kalemlerin kan kustuğu, saray avazıyla üren aydınların olduğu, entel fahişelerin gazetelerin en ön sütunlarında yer aldığı bir dünyada ne kadar mutlu, ne kadar kişilikli olabilecekler.
Affet beni bebek! dememiz gerekmez mi her çocuğun kulağına..
Sahi bunlar şiir yazsa neyin şiirini yazacaklar? Çiçek görmediler, böcek görmediler. Neyi imge edecekler. dizelerine. Sevdalarını neye benzetecekler! ?
Sevgililerini hangi çiçeğin kokusuyla anlatacaklar. Kaldırım kenarına ektiğimiz yarı yaralı ağaçların mı; saksılardaki kokusuz karanfillerin mi, asit yağmurlarına benzer mi sevgilinin gözyaşları. Nefti kokan kirlenmiş denizlerle benzer mi gözlerinin mavisi.
Ya şu GDO lu üzümlere le tarif edilir mi yarin katran karası bakışları.
Söyler misiniz, şiirlerimizde kokusunu yarin terinin kokusuna imge ettiğimiz; yarin yanağının pembesinde gül kokulu gül kaldı mı bahçemizde.
Ya çaldığımız sevdaları, umutları! ?
Karın ağrıları, kramplar, tikler, spastik kolonlarla birlikte yaşanır mı, sevdalanılır mı hiç.
Ne demeli bilmem ki, Kimi aklamalı, kimi suçlamalı! ? Kaç dilden sövmeli, hangi dinden beddua etmeli.
O intihar eden genç varya: Yirmi aspirin, on vitamin hapı,annesinin daha iyi çalışması için aldığı bir kutu da takviye bitkisel dopink hapını içmiş.
İlginç olanı,İntihar etmek için haplarını almış, masaya oturup test çözmeye kaldığı yerden devam etmiş. Yani ölümünü beklerken hala test çözüyor muş..
Oğlum, Halil Can: Ne o usta, adam ölümünü beklerken test mi çözer? Yoksa Dindersi çalışarak, aşağıdaki sınava mı hazırlanıyordun?
Ben gittim geldim. Burada öğrettiklerinin hiç birini sormuyorlar orada.
Üstelik aşağıdaki sınav test de değil; haberin olsun, diye espiri yapmış, gülüşmüştük.
O genç adam da gülmüştü. Ama o bildik açılmış papatya gibi bir gülüşle değil. Utangaç menekşemsi.
Umutluyum; namussuza, aşımıza ekmeğimize; yüreğimizdeki sevdamıza, alın terimize; emeğimize göz koyanlara öyle ağız dolusu küfürü ayıplasak da; Kimileri milyonların özgürlüğünü hoyratça yaşarken, ezilenlere ağlamayı bile yasaklarken; Ve bunları yazana söyleyene, dile getirenlere dinazor, keriz, fakir edebiyatı yapıyorsun diye yamukluğun, yavşaklığın politikasını yapsak da
Sistemiyle, müfredatıyla, örnekliğimizle o kadar uğraşmamıza rağmen; o dalı kurutamamışız belli ki. O kadar örselenmelerine inat; yine de yüzlerinde yüreklerinde espiri yapacak, çiçek açacak bir dalları var bu çocukların. Baharı bekleyen kardelen soğanı gibi açmaya hazır sevdaları.
Hoca Nasreddinin gülüşünü, Kaygusuz Abdalın genlerini Pirsultanın inadını, Yunusun, Hacı Bektaşinin, Mevlananın sevdasını genlerinde taşıyorlar ne de olsa.
Yeterki bir ışkınlarını yolmayalım, ışıklarını yok etmeyelim.
Yeterki parklara yazdığımız Çiçekleri koparmayın, çimlere basmayın yazısının yanına her sokağa, her okulun, evin girişine, her gazetenin derginin, sitenin başına ANNELERİ VE ÇOCUKLARINI İNCİTMEYİN i de yazmayı ve görmeyi bir insanlık görevi bilelim..
Saygılarımla Mahmut NAZİK Mersin
BU BÜYÜKLERE BİR MASLALDIR.
Bilge bir adam yola çıkmış şöyel bir insanları görmek istemiş. Bakmış bir meydanda yüksekçe bir gübre yığınının üstüne bir adam çımış; altında bir sürü adem ona biat etmiş, yönü ona ibadet ediyor. ‘Yat! ’ diyor yatıyorlar; ‘Kalk! ’ diyor, insanlar da sürü halinde kalkıyor. Kimseden kuru kuruya niye yatalım, niye kalkalım deyip bir sorgulayan yok.. Kimsi ‘vatan’, kimisi de ‘İslam sizinle gurur duyuyor! ’ diye, zıplayıp çığırışıp duruyor. Bir anlam verememiş yoluna devam etmiş.
Yolda ulu bir ağaca rastlamış. Öyle büyük bir ağaç ki kim bilir kaç yıllık. Gövdesinde kaç sevdanın, kaç kavganın izi, kaç ihanetin yarası var.
Ama yanına yaklaşınca şaşırmış. Ağaçtan öyle pis kokular geliyor ki.. burnunun direği kopacak. Adam olana dayanılacak gibi değil.
Anlamak için biraz daha yaklaşmış bakmış ki ağacın altında bir sürü insan toplanmış hepside dilenci gibi, elleri hava da kimi avcunu açmış kimi eteğini, bir kargaşa bir teleşa kimsenin kimseyi dinlediği, dinlese de anladığı yok. Ne kokuyu hissedebiliyorlar, bir şeyler kapma derdindeler. Ve kaptıkları her neyse o bir tane şeyi gah kendileri ağzına atıyor gah yanlarındaki biribiriyle kavga eden cılız çucuklarına veriyorlar.
Sonra tekrar ellerini açıp yuakrı seslerinin çıkabildiği kadar bağırıyorlar.
Burası neresi diye merak eden bilge adam etrafına bakınır, biraz ötede bir mezarlık görür. Ama mezar taşlarının kiminin üstünde yıldızını yılların erittiği bir ay kiminde de ayı belli belirsiz yıldızını görürür. Bilge adam büyük bir şaşkınlık içinde kuru kalabalığa yaklaşır.
Yüzleri gözleri kömür karasıyla mı, dilenci sefalet yüreklerinin utancıylamı bilinmez, o çanakkale, sakarya, daha bir nice haklı galibiyetin cocukları tanınacak gibi değil. Hepsi de belli ki nohut veya fasülye beklide yanıda turp yemişlerki pis bir yelleme kokusu ortalığı kaplamış.
Ağaca şöyle bir bakar ki ne görsün başında bir adam ama aşağıdakilerden değil belli ki. Kılığı kıyafeti yerinde ama o kıyafetin içinde adeta başka bir milletten gelmiş gibi.
Bilge dam, bu kadar kokuya, bu kadar hoş görü.. Olsa olsa yukardaki bir peygamber olmalı, diye düşünmüş. Yukardakine belli etmemek için burnunu da kapayamamış..
- Şefaat ya Allahın resulü, sen ne yapıyon orda, diye selam vermiş
Ağacın başındaki adam:
- Ne resulü birader ben insanım, demiş. Beni tanımadın mı? Muhallebi lideri TEMİZ ÇArKAL, ‘r’ si küçük yazılır ha, eyi belle demiş..
Adam bir anlam verememiş, şaşırmış şaşırmasına ama bakmış ki ağacın üst dalında da başka birisi daha var. Ha bire soyuyla sopuyla övünen Temiz Çarkal’a, ağaçtan kopardığı meyveleri, cebinden çıkardığı nohut, fasülye, kömür parçaları ile vurup duruyor. Yani aşağıdakilerin kapmak için biribirini yediği şeyi asıl o atıyormuş. Bir yandan da;
-‘Seni gidi solcu müsveddesi seni, seni gidi yoksul aldadıcısı seni,. Al sana! Al sana! Çarkal imiş! Şuna, şu aslanın kırıntısına konan, kendi yavrularını yiyen, tilkinin emmioğlu çakal desenize! diye alay edip durur.
Yere düşen kömür parçalarını, fasülye tanelerin kapışmak için biribirini ezen, yüzü gözü kara, bere içindeki halk da, birkaç tane fazla kapma derdin de, biribirini ezerken, ayakta kalanlar yukardakileri gaza getirmek, bu kavgadan biraz daha nasiplenebilmek için:
- Yaşşaa! Varoool! ..seninle gurur duyuyor, diye bağırıp duruyormuş..
Adam, şaşırmış, Bu hem insanların, hem muhallebi liderinin üstünde olduğuna göre; Demek ki ahir zaman gelmiş bu Mehdidir, diye düşünmüş.
-Şefaat ya Ya resulullah! orada ne yapıyon?
demiş.
Temiz Çarkala vurup duran adam, kendisiyle dalga geçen, uyanık bir gazeteci sanıp
-Kendine gel, be ey kafir! Ne bu saygısızlık! Ben resul felan değilim! diye öyle bir gürlemiş ki..
Bilge Adam, Demek ki bu Mehdiden de büyük biri. Belki de Allahtır demiş. Büyük bir günah işlediğinden korkup:
-Affet beni, Büyük Allahım; seni tanıyamadım…
Ağacın başındaki:
-Ula ne konuşuyon bire kefere oğlu kefere!
Bana Hasımkaşağılı, NAMI DEĞER, SOY YAP SAYIN ERSOYAN derler! Bu böyle bülüne! Bak bana küfrettirme… Ananıda… al.... git..
İnersem şimdi…
Adam, bir anlam verememiş. Bu kendini Allah’tan da büyük görüyor. Galiba Firavun değilse, Karun olmalı, diye düşünmüş. Anlamak için:
-Ya devletlim, ağacın içi, güneş almıyor, karanlık ya, tanıyamadı: malüm bu gürültüde sesini tanımak da imkansız. Kusura kalma bu millet yüce padişahımızı devirdi, yenisine yalakalık ediyor sandım.. Sen hangi padişahsın? diye bir zarf atmak istemiş.
Yukadaki, önce bütün gücüyle öyle bir yellemiş ki; yediği bütün haltların kokusu meydanı kaplamış. Sonra tekrar gürlemiş:
-Ne Allah’ı, ne padişahı ulan! Ben insanım! Bak sövdürme bana. Koskoca bir ülkenin Başsoğanını tanımadın mı.. Artislik etme! Ananı da al s…(dııt) git! Hele bir söyle bakıyım, sen hangi meydandan, medyadansın?
Ula maliyeciler, tez şu adamın künyesini alın. Almazsanız ben sizin şeyinizi koparır, ananızı avradınızı… kocalı dul durumuna düşürmezseeem...
Emrindekiler: Evet efendim, sepet efendim, aman efendim, tamam efendim diyerek iki büklüm anarya anarya geriye giderken kimi korkusundan ayağı takılıp göt üstü yere düşmüş, düşmeyenler de düşenin üstüne basarak oradan uzaklaşıp gerekli birimlere emri ulaştırmak için bir koşu yarışına girişmişler.
Bilge adam durumu anlamış anlamsına da; bir o kadar da şaşırmış hani..
Yukardaki kokana da yerdeki çanak yalayana, sadaka toplayana da öyle üzülmüş, öyle kızmış ki; kızgınlığından, top patlamış gibi bir sesle:
-Bire Kefere de sizsiniz, başka şey de sizsiniz. Anasını, yalakasını alıp gidecek olan da sizsiniz! Namussuz, üç kağıtçı, adam müsveddeleri sizi!
Biriniz başsoyanım, diğeri muhallebi lideriyim diyorsunuz. Ağacın meyvesiyle ağacın sahibini doyuruyorsunuz. Bir de kalkmış insanım diyorsunuz.
Madem insansınız; şöyle insan gibi halkın içinde, insan seviyesinde olsanıza. Öyle yükseklerde halkın tepesinde ne işiniz var?
diye öyle bir azarlamış ki, sanırsın yıldırım düşmüş de, yer ortadan ikiye yarılmış.
O yerde ‘’vaaaatan seninle.., vur vur.. dinlesin,, söyle söyle kimlesin,’’ diyenlerin nutku kurumuş, gözlerinden düşen şimşeği görenlerin kimi yere yığıla kalmış, kimi kaçacak delik aramış; kimi de korkusundan donunu doldurmuş.
Yukardakilerse, bu sesin şiddetinden mi, yoksa şaşkınlıklarından mı aşağı mamoş eriği gibi adamın önüne dökülüp, çuval gibi yığılıp kalmışlar.
Aslında asıl şaşıran bilge adammış. Azrail gibi tepelerine gelip;
-Yahu Allah aşkına ben bile çıkamadım oraya; bu halkın tepesine, bu yürekle siz nasıl çıktınız?
Yerdekiler bakar ki tepelerindeki adam hiçte öyle gördükleri bildikleri birine benzemez. masmavi gözleri çakmak çakmak, kartal bakışlı, Cebrail gibi biri..
Halktan medet umarlar. Ama bakarlar ki az önce alkışlayan, yalakalık yaparak, gaz vererek, şişirerek onları baştan çıkaran o halktan bir Allah’ın kulu kalmamış.. Kimi hemen taraf değiştirmiş, bilgeyi alkışlamaya başlamış. Kimi kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırıp sıvışmış. Kimi de korkusundan belediye zehiri yemiş sinek gibi bir yerlere savrulup düşmüş. Kimi ise korkusundan yelkenleri koyuvermiş, don anları ıslak tir tir titriyor..
Bizim yalancı kahramanlar dersen: beti benzi atmış, akı bokuna karışmış vaziyette, …
Başsoğan ne de olsa işi, muhallebi liderinden daha iyi biliyor, bilmese başsoğan olabilir mi? Biraz toparlanıp can havliyle:
- Valla benim işim değil efendim.. Ben kiiim, ağaca çıkmak kim. Puşh efendinin kurbanıyım. Bizi sırtlayıp çıkardı buraya, şimdi de inemiyoruz. O istemedikçe de inemeyecektik Valla biz çıkmadık efendim!
O dediki:
-Bak seni deliğe süpürecektim ama şu rehberin kargana dua et. Şu kadar para sana, şu kadar yazar, mazar; aha şu kadar telefon, televizyon emrinde. Beyleyken beyle yapacaksın. Ben de eyleyken eyle yaptım. O söyledi ben yaptım.. O dedi ben uyguladım, o verdi ben aldım, Ben dedim sürü yuttu Birde baktık k BAŞSOYAN MAKAMINDAyız
Bu mileti de öyle efsunlamış ki kimi bizi peygamber sanıp, elimi eteğimi; kimi yiğit sanıp, şeyimi öpüyor.
Şu yanımdaki hortlak görmüş gibi beleren ise tam bir taklitçiydi. Onun mirasına kondu. Onmasın. Ben balık tutmasını bilmezdim. Ağaca çıkmama da o sebep oldu. Değilse ben kiiim; BAŞSOĞAN, pardon BAŞSOYAN olmak kim.. Durduk yerde beni ne hale koydular.
YALANINM VARSA, ALLAH, KURAN ÇARPSIN!
BİZİ MİLLET SEÇTİ, zorla bu halk çıkardı beni kavağa..
Adam birden sarardı, sendeler gibi oldu..gözleri bulutlandı..
-Millet mi seçti? Halk mı seçti?
Şaşkınlığı gözlerinden okunuyordu. Ani bir kararla geldiği yere doğru dönüp yürümeye başladı. Gerilmiş yay gibiydi. Kalpaklı başı hafif öne eğilmişti, Elini çenesine koyup, düşüne düşüne şehitler mezarlığına doğru uzaklaşamaya başladı. Hem gidiyor hem de sanki bir kitabın sayfalarını okuyormuşçasına:
-Millet mi? Halk mı? Millet mi? - Lider dediğin ilkelerine ve sözlerine bağlı olmalıdır.
-Büyüklük odur ki kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın...
-Bütün zorba hükümdarlar hep dini alet edindiler...
-Ben size ölmeyi.. dahili ve harici düşmanlar memeleketin...
Sesi uzaklaştıkça burgu gibi oradakilerin kulağını deliyordu adete.
O Sırada yerde yatan TEMİZ ÇAyKAL da ayılmıştı, ancak oturma vaziyetine kadar doğrulabilmişti.
-Ben bu adamı tanıyorum amma nerden, diye hafızasına küfredip duruyordu...
Yanındaki başsoyana, sinek vızıltısını andıran bir sesle:
-Yahu başsoyan, bu adamı benim bir yerden gözüm ısırıyor ama.. Sen hiç daha önce gördün mü?
Kendini biraz olsun toparlayan BAŞSOYAN, giden adamın arkasından ödevini yapmamış tembel öğrenci sesiyle:
-Peki ama, sen kimsin?
Adam, gerideki perişanlara, omzunun üstünden gözlerinden çakmak çakmak, şimşek gibi öyle bir bakış fırlattı ki; Başsoyan, dediğine, diyeceğine bin pişman olmuştu. Başsoğan sandı ki geri dönecek beni kevgire çevirecek. Duvara manda boku gibi öyle bir çarpacak ki tezek olup orada kuruyana kadar kimse sökemeyecek yerimden. Ama korktuğu gibi olmadı..
Adam:
- Ben kim miyim? Deki köylü Mehmet efendi, de ki Fatih Sultan Mehmet, deki, Mevlana, deki Yunus, de ki, Şeyh Bedrettin, deki Koca Sinan; deki MAREŞAL, BAŞKOMUTAN, ÖNDER, BAŞÖĞRETMEN, GAZİ, MUSTAFA KEMAL, ATATÜRK senin için bir anlamı var mı bunun, diye yanıtladı.
Uzaklaşmıştı ama sesi hala duyuluyor, yankı yankı dolanıp duruyor; sanki bir depremi bir felaketi haber veriyordu.
....Artık durumu düzeltmek, hayat bulmak, insan olmak için, mutlaka Avrupa’dan (ABDden) nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi, birtakım zihniyetler ortaya çıktı. Oysa hangi istiklal vardır ki, yabancıların nasihatleriyle, planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir.
“Tarihimizi tetkik ediniz. Türk’ün çektiği bütün felâketler, maruz kaldığı tehlikeler ve musibetler hep kendi öz benliğini, millî varlığını ihmâl ederek nereden geldikleri ve ne oldukları, hangi nesle mensup bulundukları belirsiz bir takım kimseleri kendilerine reis tanıyarak onların şuursuz bir vasıtası olmak mevkiine düşmüş olmasındandır.”
Memleket için gerçek ülkü ne ise onu görecek ve o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde ulunacaktır, seni yoldan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen burada direneceksin. Önünde sonsuz engeller yığılacaktır. Kendini büyük değil, küçük, araçsız hiç telakki edecek, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri asacak, ondan sonra sana büyüksün derlerse bunu diyenlere güleceksin...
…istiklallini korumasını bilen Türk milleti dilinide yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır.
..Sömürgecilik ve emparyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din, ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır.’’...........
Arkadaşlar, efendiler: En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.
Okul sayesinde, okulun vereceği ilim ve fen sayesindedir ki, Türk milleti, Türk sanatı, Türk ekonomisi, Türk şiir ve edebiyatı bütün güzellikleriyle gelişir.
Bir millet, savaş meydanlarý nda ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaþ ayacak sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla kaimdir.
Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, þ anlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder.
Bir gün, istiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin!
Bu imkân ve şerâit, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir.
... şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler.
Hattâ bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlerini, müstevlîlerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler.
Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi vazifen,.....
Cumhuriyeti biz kurduk onu ileri götürecek sizsiniz
Eğitimdir ki… eğitimdir ki... eğitimdir ki...
Kendine gelen muhallebi lideri:
-Yahu başsoyan, sanki bu dedikleri benim biryerlerde kulağıma çalınmıştı; bu sözleri. öğretmenlerin daha önce sana anlatmış mıydı?
O düşünedursun, Başsoğan yerde yatanların üstüne basa basa ağaca doğru giderken, o sefiller sürüsünün kimisi saklandıkları deliklerinden, kimisi düştüğü yerden bir gözlerini açmış uzaktan izlerken; zavallı çocukları olan bitenden bir anlam çıkarmak için, oğul salmış bir arı gibi bir araya toplanmış biribirlerine kimi bablarının nasıl da hızlı kaçtığını, kimi analarının nasıl akıllı olup ölü taklidi yaparak o adamı aldattığını anlatıyordu...
MAHMUT NAZİK 20.02. 2009
Mahmut NazikKayıt Tarihi : 30.11.2010 22:13:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
şairimmmmmmmmmm offffffffff offffffffffff ne harika anılar kah ağladım kah tebessüm ettim,kendimden neler buldum neler,kendimi yalnız ve caresiz hissedince burdayım artık,
devam edin yazmaya ne olur ileride belki kitap haline getirirsiniz.kocamanından kutlarım kocaman yüreğinizi
kaleminiz hep ışıl ışıl ışıldasın.
sevgi dolu kalın e miiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii
TÜM YORUMLAR (2)